Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

Papa, İslam ve Akıl

Bilindiği gibi semavî dinler içerisinde yalnızca Hıristiyanlık doğduğu yer itibariyle merkezini değiştirerek Kudüs’ten Roma’ya taşımıştır.  Papa XVI. Benedikt’in Regensburg Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada sitayişle bahsettiği Hıristiyanlığın Yunanlaşma ya da Hellenizmle izdivacı bu şekilde başlamıştır. 

Batı’da sekülerizmin doğuşunda, Greko-Romen medeniyetinin pagan kalıbına sokulan Hıristiyanlığın büyük rolü olmuştur. Böyle bir aşama yaşayan Hıristiyanlık, başta tevhid ve âhiret inancı olmak üzere özgün direniş reflekslerini kaybetmiştir. Hâlbuki ilâhi dinlerin en büyük amacı, toplumlara yön gösterme özelliğini hiç kaybetmemesidir. Ona dinamizm sağlayan bu özelliğini kaybeden bir din, asla kendisi olamaz. Bir nevi Hıristiyanlık da böyle bir kaderi yaşamıştır. Dolayısıyla sekülerleşme, Kilise’ye tepkinin ortaya çıkardığı doğal bir durumdur. Hıristiyanlığın geçirdiği bu dönüşüm, biraz da kendi teologları eliyle olmuştur. Örneğin, önce Hıristiyanlığın pagan kalıbında vahdaniyet inancı ve buna bağlı olarak iman öğretisi bozulmuş, sonra, St. Pavlus gibi dinî mimarlar elinde ibadet ve hukuk alanlarına müdahale edilerek ahkâm boyutu aşkın alandan koparılarak, toplumsal şartların bir ürünü haline getirilmiştir.  İşte Batı toplumlarında Aydınlanma düşüncesinin ortaya çıkması, biraz da Hıristiyanlığın mevcut konumuna tepkiden kaynaklanmıştır.

Aydınlanma düşüncesinin üç saç ayağından birisini oluşturan hümanizm, insanı aşağılayıcı bir tutum sergileyen Hz. İsa’nın tanrılaştırılmasına ve kefaret öğretisine; ikinci ilkeyi oluşturan katı/seküler akılcılık (rasyonalizm), dinî metinleri doğmalaştıran ve içtihad alanını tıkayarak inanç ve düşünce özgürlüğünü hiçe sayan anlayışa ve sonuncusunu oluşturan mantıkçı pozitivizm ise, tamamen içerisi, akıl dışı unsurlarla doldurulmuş bir dinin gizem, büyü ve azizler kültüne karşı bir tepkiden doğmuştur.  Çünkü Kilise teolojisinde aklın görevi, temellendirmek ve çürütmektir; hakikati bulmak değildir. Hakikat ruhbanların ortak ürünü olan Kilisede mevcuttur. Bunun dışında bir başka yerde hakikat aramak, Tanrı’ya başkaldırmakla eş değerdedir. Ortaçağ Hıristiyan dünyasında yaşanan akıl-vahiy ya da din-bilim çatışmasının temelinde bu teolojik anlayış vardır. İşte Protestanlık da, mevcudu doğmalaştıran Hıristiyanlık anlayışına içeriden yöneltilen eleştirel bir tavır ve bu tavrın doğal bir süreci olarak ortaya çıkan yeniden bir yapılanma tarzıdır.

Niçin İslam dünyası aydınlanma süreci yaşamamıştır? 

Bir defa Kur’an, mevcut İncil(ler)in yaşadığı serencâmı yaşamamıştır. Ayrıca,  Hz. Peygamberin tarihi şahsiyeti ve Müslümanlar tarafından algılanışı ile Kilise tarafından Hz. İsa’ya yüklenen tanrısal nitelikler farklı şeylerdir. Yine Kur’an semantiğindeki akıldan anlaşılan şeyle Kilise’nin dogmatik akıl anlayışı aynı şeyler değildir. Kaldı ki İslâmiyet’te, Hıristiyanlıkta olduğu gibi kendilerine Tanrı’nın vekili veya onlar adına iş yapan bir din adamları sınıfı (ruhbân ve ahbâr) da yoktur. Kadim Hıristiyanlıkta bir de, “Lâtince olan İncilleri sadece ve sadece din adamları okur; Kilise’nin dışındaki kimseler okuma ve yorumlama hakkına sahip değillerdir” şeklinde bir görüş egemendi ve bu görüş, bir doğma hüviyeti taşıyordu. Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslâmiyet’te, Arapça indirilmiş olan Kur’an başka dillere çevrilemez ve din adamlarının dışında hiç kimse okuyamaz gibi dinî bir kural yoktur. Her Müslüman Kur’an’ı okuma ve yorumlama özgürlüğüne sahiptir. Burada, İslâm’ın din anlayışı ile tarihsel tecrübede ortaya çıkan Müslümanların din anlayışlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Dolayısıyla, niçin İslamî bir Protestanlaşma mümkün değildir? sorusunun cevabı, biraz da yukarıdaki mukayeselerde aranması gerekir, kanaatindeyim.

Her ne kadar sekülerleşme tezleri geçen yüzyılda dinin bireyselleşmesi ve olabildiğince alanının daraltılması gibi sonuçlar taşıyacağı öngörüsü ileri sürülmüşse de bugün bu tez iflas etmiştir. Nitekim sekülerleşme sürecini yaşamış Batı ve Doğu toplumlarında seküler aklın ötesi alanında yeni dinî harekelerde görülen canlılık, bu görüşü doğrulamaktadır. Çünkü aşkın bir kaynaktan kopuk bir medeniyetin tatmin araçları sahte olduğu için insanlığa vereceği fazla bir şey kalmamıştır.

Sonuç olarak söylemek gerekirse, aşkın bir kaynağa dayalı ve tabiatı bozulmamış bir dine bağlanan insanlar, ancak  ‘kendisi’ kalmayı başarabilirler. İşte modern dünyanın geldiği sonuç, anlam arayışıdır. Akl-ı selim sahibi her insan bu anlam arayışını tevhitle noktalayabilir. Ünlü İslam teologu Gazalî, “kötülükler kılık değiştirmiş iyiliklerdir” der. Umuyorum ki, Papa’nın bu konuşması, insanlığın yeniden yükselen bir değer olan İslam üzerine eğilmesine vesile olacak bu da önyargılı hareket etmeyen insanların hakikatle bütünleşmesini sağlayacaktır.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.