Hadi bir hesap edelim!

Ramazan ayı dolayısıyla mıdır bilinmez, biraz açın, susuzun halinden anlıyoruz herhalde. İster istemez Ramazan dışında günlük hayatımızda hiç aklımıza gelmeyen şeyler, bir şekilde zihnimizde canlanıyor.

Şimdi bunları yazarken hem biraz hayret, hem fazlaca alışmışlık hissiyle yazıyorum. Ve fark ediyorum ki alışmışlık hissimiz, hayretimizi silip süpürmüş. Sanki dünyanın bir bölümünün, hiç temiz su içme hakkı yokmuş gibi… Sanki o siyahi çocukların hiç oyuncakları olmasa da olurmuş gibi, sanki oradaki anneler bebeklerini açlıktan ölüme terk etseler kimseye bir şey olmazmış gibi…

Fark ettiniz mi siz de? Bir şekilde 40 yılda bir hatırladığımız o yerlerde olan bitenlere artık üzülmediğimizi? Ve artık hiçbir şey yapmadığımızı ve artık pek de bir şey yapmayacağımızı? Fark ettiniz mi?

Fark ettiniz de itiraf edemiyorsunuz kendinize. O zaman ben, alışmış olduklarınızın aslında ne kadar korkunç ve hayret verici olduğunu hatırlatayım size. Ve tabii kendime…

Biraz önce wired.com da bir makale okudum, soluğu burada almam normal, zira konusu Amerikalıların yemek israfı ile ilgiliydi.

1 yılda yaklaşık 60 milyon ton gıda israf ediliyormuş Amerika’da, bu da maddi değer olarak 160 milyar dolara tekabül ediyormuş.

İşin garip tarafı, tarım arazileri olanlar, sebze meyve üretenler, bunu alan ve satıcıya sunanlarla yapılan görüşmeler göstermiş ki bu israf rakamlara yansıyandan çok daha yükseklerde seyrediyor. Dünya Kaynakları Enstitüsü, bu durumda çeşitli verilerle çalışsa da Amerika’daki israfın rakamsal boyutu hala netlik kazanmamış.

Mesela San Francisco Bay bölgesinde yapılan tahminlere göre meyve sebzelerin, kesin olarak 5’te 1’i çöplere gidiyormuş, korkunç olan ise o çöpe giden miktarın sanıldığından fazla olması.

Bundan daha korkunç olan bilgi şu; Amerika’da açlığın ve yetersiz beslenmenin de hızla artıyor olması. Makaleye göre ülkenin bir kısmı aç. Evet evet, aç! Hatta Uluslararası Gıda Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Shenggen Fan bununla ilgili bir açıklamasında şöyle diyor: “Bunca insan açken, bu israfı anlamıyorum. Bu insanların derdi ne gerçekten?”

Amerikalılar bir yandan israfı önlemeye çalışırken bir yandan açlıkla boğuşan vatandaşlarıyla uğraşadursun, biz de Afrika’daki istatistiklere bir göz atalım.

Googlea poverty yani fakirlik kelimesini Afrika ile birlikte girdiğiniz zaman, “Yardımınıza İhtiyacımız Var”, “Çocuklarımızı Kurtarın”, “Afrika’ya El Uzatın”, “Afrika Aç Ve Susuz” gibi ingilizce başlıklarla karşılaşıyorsunuz. Ve her birinde farklı hikâyeler var açlığın, susuzluğun getirdiği.

Sahra Çölü’nün güneyinde yer alan Sahra Altı Afrika denilen yerde nüfusun yüzde 30’u (ki bu iyimser bir tahmin) açmış. Ve insanlar da uzun yıllardır açlıktan ölüyorlarmış. Susuzluğun ve açlığın getirdiği çeşitli hastalıklar da cabası. Daha kötüsü AIDS gibi bulaşıcı hastalıkların da bu bölgelerde hızla artması.

Çoğunluğu çocuk olmak üzere, 1 milyondan fazla insan sıtmadan ölüyormuş. Sıtmanın dünya üzerinde en yoğun görüldüğü bölge maalesef Afrika. Birleşmiş Milletler de açıklamalar yapıyor, yardım ediyoruz da biz buradayız da bilmem ne…

Yazılanlar masal gibi, okuduklarımız film gibi geliyor bize. Bir Amerikalının yemediği değil yiyemediği kadar çok gıdası varken, bir Afrikalı susuzluktan ve hastalıktan ölüme terkediliyor.

Ekonomistler yazıyor çiziyor, güya yardım kuruluşları yardımlar götürüyor ama Afrika’da hala küçük bir çocuk minicik bir hamburger ısırığını hayal ederken ağlıyor. Hayalini bile kuramıyor, düşünün.

Acı ama gerçeklerde bugün’de gündem böyleydi. Hadi bir hesap edin, dün yemediğiniz iftar menüsünden çöpe giden yiyeceklerin bir Afrikalı çocuğun kursağına girse, ne denli mutlu olacağını…

Hadi bir hesap edin, 2 çeşitle doyacakken,  çeşit çeşit yemekler söyleyip, yemediklerinizin bir Afrikalının hayalinde dahi olmadığını…

Hadi bir hesap edelim şimdi… Bunca insan açken, tok yatışımızın bedelini!!!

Hadi!

Dibinden Not: Babalar günü bu Pazar.

Şu günü, bu günü diye kapitalizmin dayattığı şeyleri sevmiyoruz ama ben es geçemeyeceğim üzgünüm.

Benim babam…

Evvela mühendis, sonra elektrikçi, sonra inşaatçı, sonra siyasetçi, sonra tarihçi, sonra öğretmen…

İnsan benim babam. Merhametli, hoşgörülü, sevmeyi ve sevilmeyi bilen bir adam babam. Özverili, işini sağlam yapan, güvenen ve güven hissini bir dağ gibi veren bir adam benim babam.

Sert mizacının arkasında entelektüel, espritüel, koca yürekli birini saklar babam.

Harika bir eş benim babam, iyi bir abi, sevilen bir enişte… Hepsinden önce hayırlı bir evlat benim babam...

Ve benim babam hayatta ondan daha fazla sevebileceğim bir erkek olmadığının asli göstergesi… En sevdiğim… En güvendiğim… Sırtımı yasladığım, inandığım, tanıdığım, en içini bildiğim ve en içimi bilen… İçinde zerre kötülük olmadığını ve her ne isterse evlatlarının iyiliği için istediğini yakinen bildiğim adam…

Bir çınardan, bir reisten çok daha fazlası benim babam…

Benim babam bunların hepsi ve hatta bunların ötesinde… Yazar kızından babasına, “İyi ki varsın Baba” o zaman… Sıradaki babalar günü, önce evlatlarından babamıza sonra tüm babalara gelsin…

Hep ol baba. İyi ki senin kızınım… İyi ki!

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum