Öldürme!

Öldürmek, geleneğimizin çirkin gördüğü davranışların başında gelir. “Yaş kesen baş keser.” bizim atasözümüzdür. Kıyamet kopacak dendiğinde bile elimizdeki fidanı dikmemizi öğütleyen bir peygamberimiz var bizim. Bizim kitabımız değil midir, bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürmeye benzeten?

“Can vermek, can almak Allah’a mahsustur!” cümlesini Dede Korkut hikâyelerinde yüzyıllardır tekrarlayıp duran biz değil miyiz?

Bitkiler ve hayvanlar dünyasında canlıların birbirlerini öldürerek beslenmelerinde ilâhî bir hikmet olduğuna inanır ve oralardaki öldürmelerin tabiî-ilâhî sınırlar içinde cereyan ettiğini bilir ve değerlendirmelerimizi bu bilgiye göre yaparız. Tarladan karpuzu koparırken de, yemek için keserken de “Bismillâh” diyerek Yaratan’ın adını anarız. O’nun adı anılmadan kesilen hayvanların etlerini “haram” bilir ve onlardan uzak durmaya çalışırız.

Öldürmenin meşrû (şeraite uygun, yasal) sayıldığı durumlar yok mudur? Elbette vardır ve onların ne olduğu da, sınırları da, yöntemleri de bellidir. O koşulların dışında öldürme cinayettir, büyük günahtır, kısas veya diyetle cezalandırılır. Kazaların -trafik kazası, iş kazası, görünmez kaza-, ihmâllerin, ölüme yol açan her türlü özensizliklerin hukukî ve ahlâkî sonuçları hakkında çeşitli yorumlar ve değerlendirmeler yapılabilir elbette. Ama her türlü ölümün, insana sunulmuş olan en temel, en vazgeçilmez nimet olan yaşamayı sona erdirdiği ve bu sona erişin geri döndürülemez bir kesinlik taşıdığı açıktır.

Başkasının hayatına son vermek, büyük suç olduğu gibi, kendi canına kıymak da büyük suçtur. İntihar, bazı durumlarda cinayetten daha çok cesaret ister; bazı durumlarda korkaklık belirtisidir. Her hayat gibi her ölüm de biriciktir. Sorumluluğun kişiselliği, bütün hayatları ve ölümleri önemli kılmaktadır.

Batı uygarlığının geliştirdiği yeni teknolojiler, öldürmeleri giyotinden bombaya sıçratmış durumda. Birinci, hele İkinci Dünya Savaşı’nda gerçekleşen ölümlerin ve öldürmelerin hem nicelik, hem nitelik bakımından şişkinliği, insanlığın gözünde hayatın ve ölümün anlamını ucuzlaştırmış durumda. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde sözü edilen yaşama hakkının dokunulmazlığı ile fiilî durum arasındaki dengesizlikte bu ucuzluğun ve sıradanlığın da bir payı olsa gerek.

Doğal âfet, kaza, yaşlılık, hastalık, vb. ölüm nedenlerini az çok kaçınılmaz bulup kabul eden insanlardan bazıları, savaşları da bir tür “doğal âfet” gibi görürken, bazıları, daha eleştirel davranıp savaşları da bir tür “cinayet” sayabiliyorlar. Kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin, her âfet, her savaş, her ölüm artık “kaderimiz” oluveriyor.

Hukuksal nedenlere dayanan öldürmeler, idam cezaları da ister istemez sineye çekiliyor. Ama bunların çoğu, ağıtlara konu oluyor ve öldürülenler bir süre sonra kahramanlaşabiliyor. Devletin güvenlik güçlerinin canlı ele geçirebilecekleri sanıkları, “ölü” ele geçirmeleri; kimi vatandaşlarca “su yolunda kırılan su testisi”, “ettiğini buldu”, “az bile” değerlendirmeleriyle karşılanırken, çoğu gözlemcide “yargısız infaz” etkisi bırakıyor. İtalyan RAI televizyonu, Ankara’daki son olayı, “kelepçeli şüpheliyi canlı yayında vurarak öldürme” şeklinde yansıtmış. “Canlı bomba”nın “öldürme” yoluyla etkisiz hâle getirilmesinde, hukukun üstünlüğünü, hukuka güveni de etkisizleştiren bir tutum yok mu? RAI, Adalet Bakanı’nın “Önemli bir şey değil!” dediğini de aktarmış haberinde. Umarım, sayın bakan böyle bir söz söylememiştir. Adaletin simgesi ne tetiktir, ne namlu; terazidir, terazi!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.