“Atlar, köpekler istedi diye ölmez”

Her çocukluğun güzel hatıraları vardır. Benim de var. Mahalle çeşmelerinde yoldan geçen at arabacılarının atlarını sulamaları için düşünülmüş, yalaklar bulunurdu, bizim çocukluğumuzda. Her sokağa bir çeşme götürme projesiyle bu çeşmelerin yerine yeni çeşmeler yapıldı ya da çeşmelerin yalaklarına beton döküldü.

Akşama doğru sanayiden yük çeken at arabacılarının çeşme başına gelerek atlarını sulamasını dört gözle beklerdik. Bazen bu bekleyişler çeşme başında olurdu. Atını sulamadan geçen bir arabacı olursa, aramızdan birisi ‘arabacı atın susamış, sulasana’ diye uyarıda bulunurdu. Kimi görmezden gelirdi, kimi mütebessim bir çehreyle göz işareti yapardı, kimi de bizi adam yerine koyup atın dizginlerini çeker, bir çeşme başı molası verirdi. Pek çoğu ‘uyuz’ atlardı, ama bal renkli olanları güzeldi. Yelesi sönmüş, ayakları naldan paramparça, gözleri dolu dolu ıslak bu zavallı atlar, arabacıların her şeyiydi. Ağızlarındaki demir nasır yapmıştı. Özgürlüğü unutmuşlardı belki de. Onların işi yüklerini çekmek ve sahiplerine itaat etmekti. Kırbacını şaklata şaklata giden at arabacılarının arkasına yapışanlar gördüğümüzde arabacıya ‘arkaya gamçıııı’ diye bağırarak, bir kırbacın da arabaya asılmış bir arkadaşın sırtına ya da yüzüne inmesinden ne kadar mutluluk duyardık.

Pablo Neruda’nın ‘Berlin’in kapanık kışını unuttum/ama atların ışığını unutmam’ dediği gibi ben de ihtilalden önceki Pirebi Mahallesi sokaklarından geçen o atları unutamam. O sokakları ve sokaklardan rüzgar gibi geçen atları. Dururken uzakta bir ışık, koşarken rüzgar gibi. Işık ve rüzgar nasıl birer âyetse, onlar da birer âyetti.

Yıllar sonra hatıralarımızda yer eden atları bir kez de Ereğli’ye gittiğimizde gördüm. Onlar biraz daha özgürdü. Hani Ahmet Köseoğlu ağabeyin geziden sonra yazdığı “Bütün atlar -hep önlerinde koşan- Varpalavas’ın atına, Alaaddin Keykubat’ın dorusuna, Köroğlu’nun Kırat’ına, Ereğli’nin Karayel’ine reverans ediyor” dediği o atlar. Yük çeken arkadaşları karın tokluğuna çalışıyordu, ama bunlar yarış atlarıydı. Onlar yarışırken, kazandırıyordu. Bilseler bir kumara alet olduklarını koşmazlardı belki de. Bir dergide okumuştum geçenlerde. Yılda yaklaşık 1.3 katrilyon lira 'legal', 700 trilyon lira da 'illegal' para dönüyormuş at yarışlarında. Meğer mübarek atlar, devlete olduğu kadar mafyaya da koşuyorlarmış. Hem de dolu dizgin.
***
Bizim gazetenin dünkü manşetini süsleyen haber bizi olduğu kadar sizi de ürküttü, sanırım. AB uyum yasaları kapsamında 'Hayvan Sağlığı Zabıtası Kanunu' yürürlüğe girince, özel mezbahalarda at kesilebileceği ve etinden elde edilen ürünlerin kasaplarda satılabileceği gündeme geldi. Yürürlüğe giren kanunla at eti et ürünleri kapsamında büyükbaş hayvan sınıfına dahil edildi. At kesiminin özel mezbahalarda yapılabileceği, Türkiye’de ise şu anda at kesimi yapılacak mezbahanın bulunmadığı kaydedildi. Bu haber diliyle böyle.
AB uyum yasaları nasıl bir şeydir ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik temellerini ve demokratik yapısını sağlamlaştırırken, bazen tüyleri ürperten bazen de evlere şenlik düzenlemeler getirebiliyor.

Uyum yasaları elbette Türkiye’nin müzakere sürecinde olmazsa olmazlarından. Ama kabul edilsin ki, AB standartlarının hayatımıza girmesiyle Türkiye bir anda mancınıkla fırlatılıp bulutlara çıkmayacak.

Eğitim özgürlüğü ellerinden alınan milyonların hayalindeki Avrupa Birliği, kaybedilen özgürlüklere yeniden kavuşmak için bir adım, bir eylem… Değilse, gündemimize sokulan at etinden yapılacak pirzolanın damaklarda bırakacağı tat değil elbette. Hiçbirimiz masum atların kamyon kamyon mezbahalara taşındığı, arkasından marketlerde kuşbaşı-kıyma olarak yerini aldığı bir uyum sürecini hayal etmek bile istemiyor. Hem, vakt-i zamanında ünlü Romen düşünür Mircea Lucescu'nun da belirttiği gibi, "Atlar köpekler istedi diye ölmez."
***

Atlar için yazacak çok şey var. Hikaye roman ve yüzlerce şiir… Hafızamdaki bir nükte şöyleydi:
Zengin bir köy ağası vefat eder. Vasiyeti açılır. Mallarının yarısını(1/2) büyük oğluna, dörtte birini (1/4) ortanca oğluna ve beşte birini(1/5) küçük oğluna bırakmıştır. Bütün mallar paylaşılır, ancak ortada 19 tane de "at" vardır. 19'u ne ikiye, ne dörde, ne de beşe bölmek mümkündür. Köyün en akıllı adamına gidip akıl danışırlar. Adam da onlara yardımcı olabileceğini söyler. Der ki:
"Benim de bir atım var. Alın bunu size veriyorum. Oldu mu 20 at? Yarısını sen al bakalım (10). Dörtte birini de (5) ortanca kardeşin alsın. Beşte birini de (4) en küçüğünüze verelim. On, beş daha onbeş. Dört daha ondokuz. Verin bakalım şu bizim geriye kalan düldülü!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.