Şakir Tuncay Uyaroğlu

Şakir Tuncay Uyaroğlu

S.Ü. İKTİSADİ ve İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİNDEN EDEBÎ ESİNTİLER…

Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.

Yusuf Ziya Yaya / İşletme

Vefalı Dost Akdeniz

Deniz durgun… Sanki balıktan dönmüş yorgun bir denizci gibi öylece karşınızda durmakta ve sizi uzun bir yola davet ediyor… Davetini kıramayıp eteğine ilişiveriyorsunuz. Üzerine oturduğunuz yarı kuru otlar Akdeniz’in size sunduğu bir halı.

Masmavi bir gelinliği süsleyen dalgaları sizin manzaranızı tamamlamakla kalmıyor, aynı zamanda size onun makamından melodiler fısıldıyor.

Martılar duruyor karşınızda, denizin gönüllü bekçileri… Geceden kalma deniz feneri, geceleri günün tam ortasında kararmış kalplerinize ışık tutmak istercesine gözlerinizin ta içine bakıyor… Yorgun ama kararlı.

Güneşin hararetini Akdeniz’in bağrından kopan bir nefes azaltıyor. Yanağınızı ve saçınızı okşayan bu nefes, sizi çiviliyor olduğunuz yere, zaten kalkmaya niyetiniz de yok… Akdeniz; olduğu yere çivilenen o kaskatı o çirkin kayaları, sanki sen benim yârimsin, güzelliğe ne hacet der gibi basıveriyor sevgi dolu bağrına. Boyuyor, elini yüzünü köpüksü beyazlığıyla.

Gönlünüz yelkenle açılıyor, mürettebatı anılar. Akdeniz sallıyor anı yelkenini. Mürettebatın biri düşerken, diğeri atlıyor köpüklü dalgaların arasından sandala. Bulutlar, mavi atlasın üzerine serpilmiş pamuk misali bulutlar. Ufku ne güzel de boyuyorlar. Beyaz gelinlikli mavi gökyüzü, Akdeniz’in en vefalı yâridir. Buluştukları nokta ufuk noktası, zaten sizi mest eden manzara da tam bu noktadır.

Birden dert çuvalınızın ipini kesiverir Akdeniz, içiniz boşalır ve rahatlarsınız. Artık uyanma vakti gelmiştir. Anılar yolundan kalkıp eve gitmek için doğrulursunuz, üzerinizde bir enkazın ağırlığı. Vedalaşıp yola düşersiniz, beyninizde bin bir fikir ile.

Akdeniz’in size sunduğu bu güzelliklerin karşılığı olarak sizden istediği biraz zamandır. Ne kadar basit değil mi? Bu devirde böyle bir dost bulmak gerçekten çok zor…

Emel Çam / İktisat

Kahramanıma,

Nedenini bilmediğim, belki de bilmezlikten geldiğim bir ağlamak var içimde. Kabıma sığdıramıyorum bir şeyleri. Sen yoksun ya, tadı yok balkonlarda içilen papatya çayının. Sen yoksun ya, eskisi gibi aydınlık doğmuyor güneş. Ömrümü adadığım nefesim, huzurum şimdi nerelerdesin?

Hayaller vardı önce, görülesi güzel günler, bir de kol kola gezilecek sokaklar vardı Yüksel Caddesi’nde. Sen vardın önce, gittin! Önce hayallerden vazgeçtim, sonra çocuk olmaktan.

Ne kadar biliyorsam bir daha asla dönmeyeceğini, ne kadar biliyorsam bir daha başımı dizine yaslayıp uyuyamayacağımı ve ne kadar biliyorsam bir daha göremeyeceğimi ışıl ışıl ela gözlerini; o kadar seviyorum seni, o kadar sen doluyum ve o kadar sensizim.

Gidiverdiğin; tüketiverip içimdeki yaşama sevincini gidiverdiğin gün, film şeridi misali geçiveriyor mecalsiz gözlerimin önünden. Hemen sonra şükrediyorum yüce Yaratıcıya. Hani sensiz tek bir nefes dahi alamazdım ya; acıyorum, kanıyorum ama atıyor kalbim.

Birden, coşarcasına sen doluyorum. Yangınıma körükle geliyor kulağımda bizim melodimiz. Yüreğimi kanatıyor fotoğraftaki ufacık kız çocuğu. Nasıl da sarılmış sana sıkı sıkı. Son nefesimi verene dek, o fotoğraf karesinde kalmak istiyorum.

Yalnızım yine penceremin kenarında. Saatim 20.20’yi gösteriyor. Aklımdan geçiriyorum dokunulmazımı ve senin de aklından geçmeyi ümit ediyorum. Aslında, bir o kadar da bilincindeyim imkânsızlığının.

Milâdım oluyorsun. Bende hayat denen kavram “Senden önce” ve “Senden sonra” diye ikiye ayrılıyor. Beni en çok mutlu eden şey ve beni en çok üzen şey yazıyorum ajandama sonra iki nokta koyuyorum. Cevap aynı “Sen!”

Gözlerimin feri, canımın huzuru, hayatımın erkeği BABAM, küçük kızın seni çok özledi. Dönemez misin?

Sadettin Odabaşı / Kamu Yönetimi

Bizim İlçe

Bizim oraların sokakları bambaşkaydı. Oralarda yürüyen herkes, kendisini serseri hissederdi. Gerçek serserilere karışıp, kuytularda kaybolmamak için kendimi zor tutardım.

Bu ilçede erken gelen akşamlarda; çalışanlar, bir an önce evlerine ulaşmak için, etraflarıyla pek ilgilenmeden koştura koştura yürürlerdi. Kimi; çocuğunu yuvadan almış, yorgun yüzüne ilgi ve sevgi fırçaları vurarak, kestirme sokaklara doğru yönelirdi.

İllâ bir çiçekçi olurdu, köşe başlarından birinde. Öbek öbek ak papatyalar, solmuş güllerin yanında bir kadının eline tutuşturulmayı beklerdi. Mağazalar ve marketler, telaşlı kapı açılış ve kapanışlarıyla günün bittiğini haber verirdi.

Arabalar, sabırsız kornalarla yol ister, değnekçiler çıkardı olmadık yerden. Karşıdan karşıya kuralsız geçişler, çarpışmalar, bağırışlar, çağırışlar...

Önlenemez bir üzüntü, kararsızlık ve umutsuzluk karışımı bir duyguya kapılırdım. Yine de, sokaklarda umut dağıtan öğrencileri görünce huzursuzluğum dinerdi. Kitaplarını gelişigüzel taşıyan öğrenciler yürürdü gruplar hâlinde.

Dağınık saçları, dar kotları vardı. O öğrenciler ki, günün her saatinde coşku ve enerji dolu. Bağırarak konuşurlardı film artistlerinden. Vurdumduymaz seslenişleriyle el şakaları yaparlardı birbirlerine. Masum yüzlü kız arkadaşlarının omuzlarına sarılır, ellerini tutardı kimileri.

Yurtta sıcak su akıyor muymuş, haftaya kaç sınav varmış, o günkü sınavda kaç kazık soru çıkmış, meclisten hangi yasalar çıkıyormuş, evden mi atılacaklarmış, ceplerinde kaç para kalmış; hepsine vız gelirdi. Yüzleri yanık işçiler, apartman önlerindeki kömür yığınlarına kürek sallarlardı.

Bir yandan da, ev sahiplerinin dırdırlarını dinlerlerdi. Derken; meyhanelerin rengârenk ışıkları, cırtlak bir çağırışla yüzünüze çarpardı. Birahaneler ve pavyonlar, gözleri siyah boyalı kadınlarla ve pis bıyıklı erkeklerle doluydu. Çabuk yatışan kavgalar patlak verirdi ikide bir.

Öfkeler, sevgisizlikler ve unutulmuşluklar yavan haykırışlara dönerdi. Alkolün, duyguları inceltip yumuşatmasına izin verilirdi. Sevilmemesi gereken insanlar sevilir ve onlara değer verilirdi. Yazlık sinemada, kirli beyaz perdedeki gölgelerin oyununu büyülenmiş bir hâlde seyrederken; Göçmen, Avşar ve portakal kokan bu şehrin, aynı zamanda şanslı bir tarihe sahip olduğunu da düşünürdüm.

Bir zamanlar, hâli vakti yerindeyken, yanında yöresinde insanların eksik olmadığı, düştükten sonra kimsenin yüzüne bakmadığı, dertli ozan Hasan Amcanın “ Bir soysuza kul oldun gönül!“ kahırlanmasını düşünüp efkârlandım. Biz zamanlar, bahçesini adımlarken göz göze gelmek için can attığım Ayşe Hanımın, yanında iki çocuğuyla eşini uğurlamasına tanık oldum ve birden hüzünlendim.

Bizim ilçe, bugün dönüp baktığımda, kişiliğime temel teşkil eden en kırılgan, en hüzünlü anılara beşiklik etmiştir. Beşikgöl’de; ırmağın en kırılgan, en derin, kayalık ve ağaçlık vadi boyunca gezindiğim, bağıra bağıra “ Seni seviyorum.“ dediğim bir hayal dünyası gibi.

Bir zaman ırmakta âdeta yıkandıktan sonra, alnımı çimenlere serdiğimde duyduğum huzuru, hayatımın hiçbir anında yaşayamadım. Şimdi, siz; belki de, sizin için ilginç olmayan bu satırları okurken; ben, büyük ihtimalle o günlerin coşkusuyla maziye dalıyor olacağım.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum