Nörobilimle Ankara Yolculuğundan Notlar (1)

“Birazdan okuyacaklarınız, Necmettin Erbakan Üniversitesi Nörobilim Eğitim ve Düşünce Topluluğu olarak kendimizi geliştirme ve gerçekleştirme yönünde yaptığımız faaliyetlerden birisi olan Ankara seyahati sırasında alınmış notlardan oluşmaktadır…” Soğuk ve yağmurlu bir Konya sabahında, garın sıcak bekleme salonunda gözlerim tanıdık birini görmek için etrafı kolaçan ederken, kimsenin olmadığını fark ettiğimde başımın çaresine bakmak zorunda kaldım. Sosyal anksiyetemi zar zor yenerek, normalde görevi insanlara yardımcı olmak ve sorularını cevaplamak olan fakat “bilmiyorsan burada ne işin var” gözleriyle adeta kaygılarıma savaş açan danışmaya birkaç soru sordum. Utana sıkıla, sanki daha önce trene binmemek bir suçmuş gibi... İlk deneyimden sonra bir rahatlama geldi ve önüme çıkan herkese her şeyi sormaya başladım. Derler ki“Sora sora Bağdat bulunur”, ama bundan sonra ben kimseye sormadan Ankara'ya gidebilirim:)

a1.jpg

Trene bindiğimde de yalnızdım ve tam bu satırları yazarken Danışmanımız ve yol arkadaşımız Ümit Savaş Taşkesen Hocamın sesini duydum. Sanki etrafımı bir güven çemberi sardı. Tanıdık birkaç ses, göz ve tebessüm... Bir de annem yanımdaymış gibi hissettiren, meşhur defterinden tarifini çalarak yaptığım mis kokulu enfes poğaçalar... Babamsa kâh telefonla kâh dualarıyla her an yanımda.

Beni farklı alemlerle buluşturacak, hiç bilmediğim bana ulaştıracak bir düş menfezindeyim. Tekerleklerin raylarda hareket edişi yalnızca bir yere varmak için değil; istikametini bilmediğim fakat heyecan verici istasyonlarda kalemimin hafızasını beslemek icin... Ah bir de şu anonsör konuşup ortamın ambiyansını bozmasa:( Kusursuzlaştırılmış bir monotonluk...

Geçtiğimiz her istasyonda kendimi okuduğum kitapların karakterlerine emanet ediyorum. Onların yaşamına ortak olmak, romanın sonunu yeniden yazmak istiyorum. Selim'le ‘gidenlerin mekanı’ndayım; Raif efendi ile Berlin'e gidiyorum; Amir ve babasıyla Afganistan'dan kaçıyorum; Anna ile aşkımı burada başlatıyor, hayatımı burada bitiriyorum; Poriot’un Doğu Expresi’nde yol alıyorum . Fakat bizim trende bir cinayet işlendiğini görmüyorum. Belki bir dedektif olmadığı, belki cinayetin kurbanı ben olduğum için... Tek bildiğim şu ki, son hızla arkamda tozu dumana katarak ilerlerken tren yavaşlıyor ve düşlerden ayrılıyorum. Hazırım, asıl yolculuk şimdi başlıyor.

Bize gardan Meclis’e eşlik eden yol arkadaşımız bir taksiydi. Günlük hayatımda taksiyi pek tercih etmiyorum fakat şunu söyleyebilirim ki taksici abilerimiz arasındaki ekip çalışması tam olarak Ümit Hoca’nın istediği düzeyde. Yapılan bir iki ufak gözlemden sonra problem çözümü için herkes birbiriyle telsizden iletişime geçiyor. “Durak yolunda polis var, sadece emniyet kemerine bakıyor.” diyaloğu bunlardan biri. Lakin bir kez daha fark ettim ki önemli olan yalnızca mesleğini en iyi şekilde yapmak değil; saygı, etik ve insanlık çerçevesinde icra etmek. Bunları yazma sebebimse taksicinin bizi dolandırma teşebbüsünde bulunması. Sosyal çürüme ülkemizi gözle görülmez bir ağ ile ince ince kuşatarak, bizleri uzun yıllar aydınlığı bulamayacağımız bir karanlığa mahkum etmekte. Bu çürümeden nasibini alan taksicimiz ise dürüstlüğün ve adaletin temeline götüren yolda dahi soygun yapma peşinde. Bu olanlardan kimsenin haberi mi yok, yoksa herkesin bir çıkarı mı var bilinmez. Fakat bu, dibe yol alanı daha da batırmaktan başka bir şey değildir.

Orta yolu bulup taksiden indiğimizde ufkumuzun ötesindeki Meclis’in önündeydik. Henüz ilk görüşte bile hayallerimdeki gösterişten ne kadar uzak olduğunu anladım. Buraya kadar gelmiştim işte ve birkaç prosedürden sonra dev ekranlardaki küçük insanların arasında olacaktım. Ancak bu birkaç prosedür biraz fazla uzadı. İki adımda bir durduruluyor, en ince ayrıntıya kadar kontrol ediliyor ve gerekirse kalem, kitap gibi basit bir eşyayı bile güvenlik noktasına bırakmak zorunda kalıyorduk. (Yazmaya ve yazanlara ilişkin baskıcı tutumun temelleri burada atılıyor demek ki:) Her kontrolde aklımı kurcalayan tek soruysa şu oluyordu: Neden içeridekilerin canı, malı dışarıdakilerden daha değerli? Bugün pompalılarla, bıçaklarla, uyuşturucu veya alkolle; okula, hastaneye, otobüse, iş yerine girebilen insanlar buraya neden aynayla yahut kalemle giremiyor? Buradakilerin takım elbisesi, yüzlerce koruması, dillerinde süslü kelimeleri olduğu için mi?.. Bu samimiyetsizlik ve çifte standart başta da bahsettiğim çürümenin en acı ve en bariz tezahürüdür...

Rehberimiz eşliğinde hızlandırılmış bir turla hemen hemen görebileceğiniz her yeri görüp bilgi sahibi olduk. Birer vekil edasıyla, albümde yerini alması için farklı noktalarda çeşitli pozlar verdikten sonra birkaç adım uzaktan Sayın Cumhurbaşkanımız’ın koltuğuna ve sırrına erişemediğimiz gizli geçite göz atarak keşfimize devam ettik. Dikkat etmediklerini düşündüğüm darbe gecesinin izleri, belki de neden orada olduklarını unutmamaları amacıyla anıtsallaştırılmış; kulisler gösterişli kapıların ardına saklanmış, bahçede nefeslenirken bile gündemi takip etmek isteyenler için her yer televizyonlarla donatılmış, uzun saatler süren çalışmaları sırasında ihtiyaçları olabilecek her şey binanın içinde yerini almış vs.

Tüm bu tempo sırasında, trende gelirken idareten yediğimiz poğaça ve börekler artık doyuruculuğunu kaybetmiş, hafiften karnımız kazınmaya başlamıştı. Tam bu sırada öğle yemeği vakti geldi. Günün menüsünü elimize aldığımızda çeşit çeşit çorba, ana yemek, sebze, zeytinyağlı, tatlı, meyve içeren lezzet rotası dururken gözlerimiz ilk olarak fiyatları aradı. Hatta bazı arkadaşlarımız (R,E:) aralarında, gördükleri sayıları fiyat olarak yorumladıktan sonra kalori olduğunu fark ettiğinde çaktırmadan- sanki her gittiği yerde kaloriye fiyattan daha çok önem verirmişçesine - seçimlerini yaptı ve menüyü kapatarak yavaşça yerine koydu. Başka yerde olsa fiyatsız menüyü bıraktığımız an kaçacağımız masada rahatlıkla siparişlerimizi vermeyi bekledik. Ne de olsa ‘Meclis’teydik:) Biz ne yiyeceğimize karar vermiştik vermesine de kimse bize sormamıştı ne seçtiğimizi. Kendi irademiz dışında, seveceğimiz ve seçeceğimiz düşünülen yemekler önümüze konmuş; en azından karnımızın doyduğuna şükrederek kalkmamız beklenmişti. Ama asıl bomba, bir göz kırpışla masamıza gelip ağzımızı tatlandıran; bir zamanlar eski meclis başkanı İsmail Kahraman tarafından menüden kaldırıldıktan sonra geri eklenen meclise özel tatlı ‘vişneli tayfır’dı. Damaklarımıza lezzet şöleni yaşatan fresh ve bir o kadar da zengin (malzeme açısından:) tatlıyı annemin gün menüsüne ekledim. Meclis gezmiş kızın annesine de başka tatlı yakışmazdı:)

Türk milleti tarafından harareti aldığına inanılan ‘çay’ın yanlış anlaşılması sonucunda, yüzyıllardır süregelen geleneğimiz çay içme seremonisini, bir milletvekilinin odasında gerçekleştirdik. Gerçekten küçük ve oldukça minimalist! odada onun da bulunmasını çok isterdik fakat kendisi yoğun olduğu için bize danışmanı eşlik etti. Gayet bizden ve samimi olan danışmanımızla sohbete başlamadan tavsiyesi üzerine güzel kahvelerinden birer fincan istirham ettik. Beklerken de kısa bir soru cevap gerçekleştirdik. İkram edilen acı kahveyi yudumlarken zihnimde konudan konuya atlıyor , bir yandan da konuşulanlardan kopmamaya çalışıyordum. Danışman, coğrafya öğretmeni olduğunu, burada çalıştığını fakat istese anında mesleğe dönebileceğini, neden burada çalışmanın göründüğü kadar kolay olmadığını anlatıyordu. Ancak ne yalan söyleyeyim ben o sırada saatime bakıyor, Hece’ye geç kalmanın endişesini duyuyordum. İlgimi çekmeyen bir alanda zihnimi meşgul etmek istemiyordum. Ben bunları düşünürken kütüphaneye gitme fikri ortaya atıldı. Buraya kadar gelmişken, hepimiz elbette orayı da gezmek isterdik ama bir arkadaşımız hepimizden fazla sevinmiş olacak ki heyecandan az daha odayı da sırtlayıp götürüyordu:)

Henüz kapısından girerken bile farklı bir dünyaya götüren kütüphanenin yüksek raflarında tarihin tozunu yutmuş kitaplar, bakanlar için yalnızca sayfalarını değil çağların kapısını da aralıyordu. Satırlarının yükü ile yıpranan ciltler, sessizce, açıp bakanların zihnine bilgilerini emanet etmeyi bekliyordu. Fakat bu emaneti hakkıyla taşımak için hem fiziken hem de zihinen kuvvetli olmak; ayrıca okuyamasak bile en azından hangi dile ait olduğunu anlamak gerekiyordu (Tecrübeyle sabit:). Velhasıl gezdiğimiz o kadar yer arasında benim için meclisin en çalışılabilir bölümü kütüphaneydi. Ve de gördüm ki bu sonsuz bilgi Deryasının bir Gezgin’e ihtiyacı vardı:)

Karnımızı ve ruhumuzu doyurduktan sonra namazlarımızı eda etmek için Meclis Camii'ne kısa bir yürüyüş gerçekleştirdik. Cami dış cephe mimarisi ile dikkat çekmenin yanı sıra içeride bizleri bambaşka bir tasarımla karşıladı. Modern, tarihi, gösterişli... Merdivenlerden her iniş, insanın acziyetini fark ettiği; birkaç dakika önce işlenen günahların, yenilen hakların ve eksik kalan adaletin ağırlığıyla yüzleştiği bir alçalma merasimiydi. Birkaç adım ilerideki suyun dingin senfonisi eşliğinde kılınan namazlar ise ruha durgunluk veriyor, camide vicdan ve ibadetin sessizliği yankılanıyordu.

Meclisteki son durak; masum ile suçluyu, iyi ile kötüyü aynı kefeye koyan ademoğlunun bir gün vereceği hesabın ne denli çetin olduğunu ve gerçek adalet sahibinin yüceliğini hatırlatıyor; bu teskinle gezimizi noktalamamıza vesile oluyordu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum