Seyit Küçükbezirci

Seyit Küçükbezirci

“KARANFİLLER VE DOMATES SUYU”; TARLADA YETİŞEN BALIKLAR

Bir yazıda yazmıştım, geçen pazartesi günü, “Pazartesi Yazıları”nda… Başlığı: “Fatih Çarşısı Kat:4, No:424’te Kurulan “Balık Çiftlikleri”… Okuyanlar hatırlar…

Geçen hafta, Türkiye’de “İç Sular”da, “Tarla ve Havuz Balıkçılığı” kurmak isteyenler için yola çıkan, rehber kitap, “Tarla ve Havuz Balıkçılığı”nın 40. yıl dönümüydü.

“İnsan amacına ulaşmak için yol aramalı; bulamazsa yol yapmaya girişmeli” inancını taşıyan “Yazar”; Kitapçı Tayyip’ten veresiye alınan 42.500 teksir kâğıdını Lise’de memur Ali Uslu’nun temin ettiği “emanet” teksir makinesi ile tek tek basmış; büyük boy 85 sayfalık “Tarla ve Havuz Balıkçılığı” kitabı meydana çıkmıştı…

Kitap, kendi konusunda, Türkiye’de bir “İlk”ti; kişilere, köy kooperatiflerine, resmi tarım kuruluşlarına “Öncü Rehberlik” yapıyordu… “Fatih Çarşısı Kat:4, No:424” de bir masa, birkaç sandalye, Optima bir yazı makinesi ile kurulan, fon kâğıdından tabelalı “EYA/Ekonomik Yatırımlar, Müşavirlik, Araştırma Yayın Kuruluşu”nda doğan fikir Doğu Anadolu’da, Karadeniz Bölgesi’nde, Ege’de, peş peşe “Balık Çiftlikleri” doğuruyordu… “İnsan çiftlik kurup balık yetiştiremez” diyenler utanmıştı. On yıl içinde onlarca “Balık Çiftliği” doğmuştu… Artık, tavuk yetiştirilir gibi balık yetiştiriliyordu.

TELEFONLAR, MESAJLAR, KAYNAKLAR…

“Fatih Çarşısı Kat:4, No:424”te kurulan “Balık Çiftlikleri” yazısı, yazılarım içinde en çok ilgi gören yazılardan biri oldu… Telefonlar, mesajlar hafta boyunca sürdü. Memleket Gazetesi’nin internet sitesinde de yayınlanan yazının altına gönderilen mesajlardan birinde Yusuf Büyükbezirci şöyle diyordu: “-Dostum, o günleri bir daha Allah kimseye yaşatmasın”… Yusuf Büyükbezirci, Sarıcılar Köyünde başlatılan “Yokluğu Yenme Savaşı”na maddi manevi bütün varlığı ile katılan biriydi; o günlerin imkânsızlığını, çaresizliğini yaşamıştı; idealizmin yokluk içinde başarıya ulaştırılışının şahidi olmuştu.

-“Edebiyat Hocası”, “Edip Yörükoğlu” mahlaslı şair, “Eli vicdanında bir aydın” Ali Işık

Mesajının altına şunları yazmış:

Karanfiller ve Domates Suyu-1

“Bu çekici/etkileyici yazıyı okuduğumda, yıllar önce ortaokul sıralarında önce okuduğum, sonra da okuttuğum Sait Faik’in “Karanfiller ve domates Suyu” hikâyesini, özellikle de kahramanı Kör Mustafa’yı, hatırladım. Tezgâhtan alınan çıtır çıtır, kızarmış bir ekmek, seçmemize amade türlü türlü meyve ve sebzeler yahut her mevsim ulaşabildiğimiz kültür balıkları… Bütün bunlar, azim ve gayretli, çoğu da “deli” sıfatlı insanların alın terinin mahsulüdür.

***

Karanfiller ve Domates Suyu-2

“Bütün bunlar, azim ve gayretli, çoğu da “deli” sıfatlı insanlarının alın terinin mahsulüdür. Yazı bu bakış açısıyla okuduğunda daha bir anlamlanacaktır. Üslubuna gelince… Zaten o Konya’mızın markası bir tezgâhtan… Sağ ol “Usta”. Dimağın parlaklığını, gözün ferini, parmakların gücünü asla kaybetmesin.”

“KARANFİLLER VE DOMATES SUYU”

Kırk yıl önce, tarla ve havuzlarda “kültür balıkçılığı” yetiştirme girişiminin öyküsü, yazar Ali Işık’a, Sait Faik’in “Karanfiller ve Domates Suyu” öyküsünü hatırlatmıştı… Hikayedeki Kör Mustafa’nın savaşı ile; Konya’da “Fatih Çarşısı Kat:4, No:424”deki Adamın, tarlalarda balık yetiştirme savaşı arasında paralellik kuruyordu.

Ali Işık, mesajından sonra telefon da etti; “-Sait Faik’in Karanfiller ve Domates Suyu” hikâyesini bulup, mutlaka bir okuyun” dedi…

“Karanfiller ve Domates Suyu” hikâyesini, Sait Faik’in bütün kitaplarını, Kayıp Aranıyor dan, Alemdağı’nda var bir yılan kitabına kadar on yıllar önce okuduğumu sanırken, hayret bu hikâyeyi okumamışım… Meğerse okulların okuma kitaplarına bile geçmiş…

Hayret bir şey… Demek ki, tarlalarda balık yetiştiren adamlardan önce de Kör Mustafa’lar varmış… Demek ki; “Amacına ulaşmak için yol arayanlar, yol bulamayınca, yol yapanlar” varmış.

“Edebiyat Hocası”, kılı kırk yaran titiz araştırmacı Ali Işık’ın tavsiyesi ile “Karanfiller ve Domates suyu” hikâyesini okudum… Siz de okumalısınız diye düşündüm. Sizi de düşündüreceğinden eminim; olduğu gibi veriyorum:

“Karanfiller ve Domates Suyu”

“Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz… İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana, insanları bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. Hayır, şimdi insanları kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Kitaplar dediğime bakıp da büyük ilmi kitaplar, yahut da dört meşhur kitaptan birisini okuyup iman ettiğim sanılmasın. Şiirler, romanlar, hikâyeler, masallar bana bu ilmi tahsil ettirmişlerdi. Beyninin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmeyi, sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adamın çalıştığını kendi kendime öğrendim. Ama şu sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlayan adam, isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin. Kaç para eder! Gözümde, milyonu olsa da, kalp para ile metelik etmez.

Şimdi artık kimi sevdiğimi, kime saygı duyduğumu bilmiyorum. Günlerden beri kafamı bir adam kaplıyor(işgal ediyor dememek için).

Köyde ona “Kör Mustafa” derlerdi. Bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. Sağ tarafının beyazı ile gözkapağı arasına ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuştu. Böyle mi doğmuştur? Yoksa çocukken bir şey mi batmıştır? Bu arızalı göz, öteki gözden daha parlaktır, daha siyah, daha canlı, daha zekidir. Bana bir kamburu hatırlatıyor bu göz; tuhaf değil mi? Bir kambur insan çirkindir ama bütün kamburlar iyi yürekli, sevimli insanlardır. Arkadaş canlısıdırlar, şendirler. Ne severim kamburları!

İşte kör Mustafa’nın bu gözü de bir kambur insanının ruh haletini içine sindirmiş, şıkır şıkır, pırıl, pırıl, sevimli, çapkın, canlı bir gözdür. Öteki doğru dürüst göz, onun yanında mahcup, sönük, tatsız tutsuz, pek de kibirlidir.

Kör Mustafa bahçelerde çalışır, gündeliğe gider, samıç sıvar, dam aktırır, koyu kazar…

Bizim köyün lodos tarafı gayrimeskûndur. Orada fundalar, yabani meşe palamutları, kocayemişler, çalı süpürgeleri bir türlü ağaç haline gelemeden, ama ağacı taklit edercesine gelişir, birbirinin içine girmiş yaşarlar. Bütün bu fundalıklar Fino Kilisesi’nin malıdır. Kocaman, kirli sakallı, cin gibi bir papaz fundalıkları bizimdir diye arada bir dolaşır. İsteyen olursa ucuza kiraya verir. Ama kimse kiralamaz. Çünkü orman memuru bunları Orman Kanunu’nun sayesinde mesut yaşarlar.

Kör Mustafa nasıl becerdi bilmem… Denize dikilmesine inen bu çalılığın bir kısmını ne pahasına ayıkladı, biliyor musunuz; tırnakları pahasına. O çalı çırpının sere serpe geliştiği, bu denizlere diklemesine inen toprak öyle taşlık, öyle taşlıktı ki…

Sonra Mustafa gündüzleri başka yerde çalışmak mecburiyeti idi.

Akşam olunca çalıların arasına sakladığı kazmasını alıyor, gün ağarıncaya kadar söküyor, koparıyor, kazıyordu.

Kazdıkça kaya, kazdıkça taş. Bütün bir yaz, bütün bir kış, orman memurunun tazyiki, çalı, palamut, defne, kocayemiş, diken, ot, kök ona karşı koydular. Bu korkunç mücadeleye üç evlek toprak için Mustafa’dan başka bizim köyde kimse girişemezdi.

Kaya bitip de yumuşak, esmer pembe bir funda toprağı bir karış meydana çıkınca bir meşe palamudunun korkunç yılan gibi kökü önüne çıkardı. Onu sökünce orman memurunu karşısında bulurdu. O gidince zehirli bir diken başparmağını şişirirdi. Kazma körlenir, yürek bulamaz, taş yar gibi yığılırdı. İnsan büyüklüğünde bir kaya yumuşak toprağın üstünde, altındaki bir insan büyüklüğünde cüssesini hiç belli etmeden yosunlu yüzüyle dikilir. Omuzları, tırnakları, ayakları, göğsü, sırtı, bütün kuvveti ile dayanır, onu yener, yıkardı. Kazma iş görmediği zaman yumruğu, yumruğu yetmediği zaman parmakları, parmakları kalın geldiği zaman tırnakları ile toprağı tırmalardı.

Bir sonbahar günü baktık ki küçük çam ağaçları filizi, körpe diken yapraklarıyla, üç beş kocayemiş çıngıl çıngıl yemişleriyle yer yer esmer, pembe, kül rengi toprağa saye salar. Biz görenler:

-Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur, dedik.

Bilemedik ki dişle, tırnakla, kanla, canla tabiat denilen canavarı yenmek lazım gelir. Bendeniz bu mücadeleye şahidim. Mustafa’nın kör gözü hiddetten ala bulandığı günleri hatırlıyorum. Hey arslan Mustafa, der; uzakta bir çam gölgesinden korkunç kavgayı seyrederdim. Bu kavga Romalı esirlerin arslanla dövüşmesinden şu itibarla farklı idi ki

Romalı esir arslana bir çeyrek saat içinde yeniliyordu. Mustafa ejderhayı bir sene içinde, bazen ümitsizlikten, bazen ümitten yeniyordu.

Bir sabah her zamanki çamın altına vardım ki bir köy kadın, üç yarı çıplak çocuk garip birtakım taşlar, tahtalar, saçlarla bir şeyler yaparlar. Bu, her tarafında poyraz, lodos, gündoğusu, keşişleme, yıldız, karayel rüzgârı giren bir evdi. Mustafa arkasına yeşiller giymiş güçlü kuvvetli bir kadın takmış, üç evleğine çizgiler, ocaklar açıyordu.

-Arslan Mustafa, dedim. Su buldun mu, su?

-Deniz kıyısında eski bir kuyu vardı. Tuzlu bir parça ama, idare edeceğiz.

Şuraya bir samıç kazabilsem…

Onu gördüm mü toparlanıyor; hayret, sevgi ve saygı ile bakıyorum. Koca yayılmazın üzerinde böyle milyonlarca insan bulunduğunu düşünüyorum. Yine dünya yuvarlağı üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları, çirkinlikleri, tek gözleri, tek kollarıyla bir ejderha ile kavga etmek için bekleştiklerini düşünüyorum.

Küçük hanımlar! Bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al karanfiller gönderecektir. Dikkat edin, belki Mustafa’nınkilerdir. Küçük beyler! Domatesler göreceksiniz çarşıda. Emleler, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır. Keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. Belki de lokantada bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını fevkalade bulursunuz. Yunun tanırlarının ölmemek için içtiği nektar lezzetini damağınızdan hissederseniz emin olun ki Mustafa’nın domateslerinden bir tanesi içtiğiniz suya katılmıştır.”

Mahalle Kahvesi,

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık,

2009, İstanbul. S.40

“KONYA’NIN BİLECİK KÖYÜ’NDE TARLADA BALIK YETİŞTİ”

Ali Eroğlu, onbeş yıl önce, Anadolu Günlüğü Gazetesi’nde, “Bilecik Köyü’nde Tarlada Balık Yetiştiği” başlıklı bir yazı yazmış; yazı 12 Şubat 1999 da yayınlanmış.

“Dağ Köyleri”nde, “Yer demir, gök bakır”ken, genç öğrenci Ali Eroğlu da “Tarla ve Havuz Balıkçılığı” kitabı ile “Yokluğu Yenme”yi düşünmüş…

Yazısı şöyle, Ali Eroğlu’nun:

“Benim köyüm hem şurada. Üniversite kampüsünün arkasında, dağlar arasında kurulu küçük bir belde. Bilecik köyüydü eskiden ismi. Şimdi Yükselen Kasabası… Türkiye’deki çoğu köylüler gibi bizde uyanıklık edip, nüfus sayımında köyde yazılıp köyümüzü kasaba yaptık.

Çocukluğumda tatilinde giderim köye. Öküzle düven sürmek en çok zevk aldığım işti, Gençlik yıllarımda, bir ağaç altına oturup dağın sessizliğinde kitap okumak için giderdim köye.”

“Bir gün eve dönerken camii avlusunda oturan köylüler yanlarına çağırdı. “Hele bir anlat. Ne okuyorsun.? Ne olacak halimiz? Diye sordular. Elimizdeki kitaplardan birisi de Seyit Küçükbezirci’nin Tarla ve Havuz Balıkçılığı isimli kitabıydı. Yaşlıların bana önem vermesi hoşuma gitmişti. Gençliğin verdiği coşkuyla başladım anlatmaya. “Köyün etrafı pınarlarla dolu. Sular boşu boşuna akıp gitmekte. Bu pınarların önüne havuz yapılıp balık yetiştirilirse, herkes zengin olur, köyün kaderi değişir. Tüm bunları Seyit KÜÇÜKBEZİRCİ, söylüyor” dedim.”

Konuşma bitince ihtiyarlardan biri “Oğlum bu Hacıvelilerin’in Seyit’i kooperatifçilikle uğraşır, komünist oldu diye duyup da pek üzülmüştük. Şimdi hepten delirmiş. Hiç tarlada balık yetişir mi?” dedi. Diğer ihtiyarlar başlarıyla onayladı, ellerini dizlerine vurup, delirmiş olduğuna emin oldukları Hacıveliler’in Seyit için “Töh-töh Allah akıl fikir versin” diye dua ettiler. Öfkeyle ayrılım yanlarından. “Atatürk’ün milletin efendisi” dediği köylü, bunlar mıydı? ”

“Yıllardır Konya’da ayrı olduğum için köye de gitmemiştim. Akrabalar “hele bir gör. Paris oldu bizim köy” dediler. Merak edip gittim. Paralı birkaç köylü villa tipi ev yaptırmış. Başka bir şey yok. Bizim 1997 yılında yaptığımız işlere yenisi eklenmemiş. Köyden iki arkadaş balık yedirmeden bırakmayız diye tutturdu.”

“Bizim köyden olmayan bir avukat akıllılık edip Alabalık yetişiyor. Köylüm de balığın lezzetini övüp, gurur duyuyor bu tesisten.

Eski pınarlar kaybolup gitmiş. 30 yıl önce yapılsaydı havuzlar diye düşündüm. Seyit Küçükbezirci, gibi değerler ülke sorunlarına kafa yorup, çözüm yolları ürettiler. Ama tüm bunlar kalka bir türlü anlatılamadı.”

“30 yıl önce “Hiç tarlada balık yetişir mi? Delirmiş bu Seyit” diyen köylüler, şimdi balık tesisiyle övünüyor. Sana binlerce teşekkürler Seyit KÜÇÜKBEZİRCİ. Gözün aydın büyük usta. Çabaların boşa gitmedi. 30 yıl sonra da olsa, Bilecik Köyünde tarlada balık yetişti.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.