Seyit Küçükbezirci

Seyit Küçükbezirci

İçimizdeki “böcü”nün ölümü..

İçimizdeki “böcü”nün ölümü ve “hayıflanmalar”

 

            “-Yine gam yükünün kervanı geldi, çekemem bu derdi bölek seninle…”

            Akşamki dizi, bilmem ne takımıyla bilmem ne takımı kaça kaç kalmış, yazlıkları neredeymiş. Çocuk özel okulda okuyormuş, dershaneye gidiyormuş; ne olur ne olmaz diye özel ders ardılıyorlarmış.

            “Bir çitlem laf” edecek kimseleri bulamıyorsunuz. Araba markaları üstüne, villalar üstüne; “her şey dâhil oteller” üstüne konuşmak istemiyorsunuz. “Can” olarak, “iki can” olarak; hüzünlerinizi, “döşteki bıçak yaraları”nızı, yalnızlığınızı konuşmak istiyorsunuz; “ivazsız, garazsız”. Ki…

            Cep telefonunuzda, telefon defterinizde yüzlerce insan kayıtlı. Onlarcasının evini, iş yerini bilirsiniz. Tek tek geçerler aklınızdan; bazılarını özlersiniz; konuşmaya “canınız çeker”. Gitmeye, aramaya cesaret edemezsiniz. Müthiş, geniş, muktedir, havalı, “yeni eşraf” çevrenizle, yeri geldikçe havalar atarsınız. “Benim çevreeem” diye, “dokuz dönüm yere sığamazsınız”. Aslında “YALNIZ OLDUĞUNUZ”u beyniniz ve gönlünüz yüzünüze karşı fısıldar. Sessizce, mahzunca boynunuz eğilir.

            “Büyükşehir”in getirdiği imkân ve konforun bedelini gittikçe “YALNIZLAŞARAK” ödeyeceksiniz. Hani şu türkü de olduğu gibi: “Bedava mı sandın…”

“-İÇİMDEKİ BÖCÜ ÖLDÜ SARI SİYİDİM”

            -Sıcaktı. Bir “Kerbalâ içcağı”…  Tavuklar bile ağzı açık soluyorlardı. Bir taşın üstüne oturmuştu, evinin önünde. “Muhânete muhtaç olmamak için” elini taşa çalmış. “Tevâtür ettiklerine göre” dağları devirmiş, “Konya bozkırı”nda bağlar bostanlar kurmuş. Yola çıktı mı, at gibi gidermiş. Hiç “gün üstüne doğmamış”; hocalar “Allahüekber” demeden o, işinin başındaymış.

            Sonra, ay geçmiş, yıl dönmüş; bu taşın üstüne oturup kalkmamış. Gün doğuşundan, gün batışına kadar.

            Yanına gidip oturdum, elleri dizlerindeydi. Ellerini görseniz korkardınız; bir azman hayvan pençesi gibiydi. Taşa, toprağa çala çala öyle olmuş.

            Hakkında anlatılanları bir bir sıraladım. Yaptığını, ettiğini. “ce bile demedi”, söylemediklerime. Takdirlerime, tebriklerime hiç “gulak asmayyor”du.

            “Güneş Bozdağ’ın ardına devrilirken”; “İÇİMDEKİ BÖCÜ ÖLDÜ” dedi.

            “Böcünün ölümü” aklıma takılmıştı. Onlarca sorup sual ettikten sonra “Kâmil bir Konyalı”dan öğrendim. Her insanın içinde bir “BÖCÜ” varmış; insanı yerinde durdurmayan, başarıdan başarıya koşturan, yaşama sevinci veren; zevk veren, keyif veren “O Böcü”ymüş. Ölürmüş bir gün “böcü”;  her şey öylece, yüz üstü kalırmış.

BİZ BİRŞEYLERİ Mİ YİTİRDİK ACABA?

            “Ne okuyorsunuz?” diye sordum hısım/akraba çocuklarına. Okuldan, dershaneden, deneme sınavlarından hiç vakitleri yokmuş. Tamam, dedim; “Pembe İncili Kaftan”ı anlatmaya başladım. “Mohaç, Çaldıran, Haçova, Conk Bayırı, Sakarya” dedim. Bit kadar bile ilgi, bit kadar bile heyecan duymadılar. “Kule”ye gideceklermiş, arkadaşları bekliyormuş.

            “Alâeddin’de yatan mübarek ölüleri” anlattım, bir bürodaki söyleşi sırasında. “Dünyanın en büyük ve vahşi Haçlı Orduları’nı Anadolu topraklarına gömenler” derken birisi, yanındakine “Akşamki maç kaç kaç olur sence” dedi. Heyecanlanmıyorlardı, merak etmiyorlardı. Tarihi, bilimi, sanatı…

            Kız/oğlan toplanmışlardı; kekere, kikiri. “Buyur amca” dediler, yer gösterdiler. “Marka giyimler, nerede hangisi hesaplı” konularıydı. “Anlat amca, bir şeyler” dediler, nezâketen. Şiirden söz edeyim, dedim. Olur, dediler. Ümit Yaşar’dan, Fazıl Hüsnü’den, Attila İlhan’dan; Karacaoğlan’dan, Yunus’tan söz açtım. İçlerinden üçü Konyalıymış. “Biliyor musunuz” dedim, Nazım Hikmet’in “Kuvayı Milliye Destanı”ndaki “Akşehir üstünden Afyon”a akan kağnı kollarındaki kadınlar Konyalı, dedim. İzmir’in işgalini Şerafettin ve Alâeddin mitinglerinde, Türkiye’de; ilk defa beş bin Konyalı kadın protesto etti; dedim. Dört kadından biri oradaydı, dedim. Kılları kıpırdamıyordu. Can sıkıntısı kımıltıları başlamıştı. Heyecanlanmıyorlardı, merak etmiyorlardı.

            Okumuşlardı, dirsek çürütmüşlerdi, diplomaları yüksekti. “Kültür varlığımızı. Kültür değerlerimizi yitirirsek. Bizi biz yapan türkülerimiz, masallarımız, atasözlerimiz… Adetlerimiz, geleneklerimiz. Bin yılda oluşan yüksek görgümüz. Bin yılda oluşan terbiyemiz, ahlâkımız”… Anlattıkça anlattım. Dinler görünüyorlardı; coştukça coştum. Biri, şeyden çıkar gibi çıktı. “Global dünyada bunların değeri yoktur” dedi. Heyecanlanmıyorlardı, merak etmiyorlardı.

            “Konya’dan kuşlar da gitti” diyorsunuz. Tıs yok.

            “Ankara’da üç gün dolaştım, arabayla. Arkamdan “dat” diyen olmadı. Konya’ya girdim, Karayolları’ndan Alâeddin’e kadar arkamdan dört defa “dıt” diye kornaya basıldı” diyorsunuz. Tıs yok.

            Öğrenci sayıları ile övündüğümüz üniversitelerimizin öğrencilerine “mecburi” “adab-ı muaşeret dersi” konmalı diyorsunuz. Tıs yok.

            “Şehre yatırım kadar, şehirli eğitimi de önemlidir” diyorsunuz. Tıs yok.

            Ne diyorsunuz, kime söylüyorsunuz. Sözler, yazılar “kör kuyuya taş atar gibi” gidiyor.

            “Teklifler”, “tenkitler” artık heyecanlandırmıyor.

“HAZRETİ ÖMER DEVLET İŞİNİ GÖRÜRKEN…”

            Adamın gözleri fıldır fıldır. Malına mal katmak için, gerek sülâlesi, gerek kendisi hiçbir fırsatı kaçırmamış; iktidara kim gelirse ondan olmuş. Seni, beni beğenmiyor; “Gomşusu aç yatarken gendi tok yatan bizden değildir” diye “heğiriyor”.

            Yerli yersiz, gitmedik toplantı bırakmamış; dünyada görmedik yer komamış; oralarda bilgisini görgüsünü artırıyormuş. Bizim için koşuyormuş; bize de yonca biçecekmiş.

            Bana bile “Biliyor musun Ağabey. Hazreti Ömer Efendimiz devletin işini görürken devletin mumunu, kendi şahsi işini yaparken kendi mumunu yakarmış” diyor. Nemizden anlıyor acaba; dümenleyebileceğini? Bağırası geliyor insanın; “Sen devletin işinde de kendi işinde de bizim mumu yak, razıyız. Yeter ki çarçur etme”

SEBEPSİZ HİÇBİR ŞEY OLMAZSA… SEBEP NEDİR?

            “Maskeli”, “eyyamcı”; dörtgen gibi dört yüzlü, sekizgen gibi sekiz yüzlü olmamız mı genç kuşaklarımızı bıktırdı?

            “Ahlak”ı sözde haline düşürmek mi gençliğimizin içindeki “Böcü”yü öldürdü?

            “Rabbena hep bana”da genç kuşaklar bizi suçüstü mü yakaladı?

            “Ahlak ve ahlâksızlık” söz konusu olduğunda “O başka, o başka” zihniyetinin yaygınlaşması mı, sebep?

            İçimizdeki “Böcü”nün ölüş ve öldürülüş sebeplerini bulmalıyız.

            İnsanımızdaki, özellikle gençlerimizdeki “Heyecan ölümünü, merak etmezlik”in sebeplerini bulmalıyız.

            Bu, kendimizle, “HALİSANE BİR YÜZLEŞMEYİ” gerektirir. Vakit daha geç olmadan…

 

 

MESAJ TAHTASI

KONYA ÜNİVERSİTESİ’NİN ŞEKERLERİ

            Konya Üniversitesi Sosyal Beşeri Bilimler Fakültesi’nin organize ettiği “Ali Ulvi Kurucu Paneli” Cuma günü yapıldı. Bence, Kurucu, Konya’dan yetişen “İnanç Şairleri”nin en büyüklerinden biri.

            Yakında Ali Ulvi Kurucu ve Konya’daki üniversitelerimizden beklediklerimiz bâbında uzunca yazacağım.

            Bugün, konumuz “Konya Üniversitesi’nin şekerleri”.

            Çok hoş bir kutu içinde, panele gelen her cana hediyeler. İçinde zarif bir tüle sarılı “peynir şekerleri” ve lokumlar.

            Keşke kutunun üstünde “Turkish Delight” yazmasaydı da “Konya’dan peynir şekeri ve lokum” yazsaydı. İçindeki lokum da “anam babam Gonya güllü lokumu” olsaydı.

            Neyse. Bu da güzel. “Piynir şekerimiz”i “Mevlâna Şekeri” yapmamak kaydıyla.

            Bir de dilcilerimiz şu “panel” yerine başka bir Türkçe ad bulsa.  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum