Seyit Küçükbezirci

Seyit Küçükbezirci

“Hüzün Burcu” Hisleri..

“Hüzün Burcu” Hisleri, Duyguları, Düşünceleri

 

            Çağrılı gülücükle gelecek değildi ya,

            İşte kasımpatılar, işte el titremesi;

            Ve kalbimdeki dolup boşalmalar, depremler.

           

            Uzaklarda sanılan yarım yüzyıl geldi ya;

            Artık kolay olmuyor, “akşam olsun” demesi…

            Ne bu tedirginliğim, gölge uzun mu vurmuş,

            Yollarına ömrümün; ellerim durduramaz.

           

            “Konya sevdalısı”, kendi gurbet elde, gönlü sılada, ağabeyimiz, rahmetli Gültekin Samanoğlu’ndan bir şiir. “Uzun Vuran Gölge” kitabından…

            Şam’ın şekerini; al yazmalıyı, servi boyluyu; altını pulu, villayı mullayı bırakıp güneşli bir gün, ikindiden sonra çıkın şöyle bir meydana. Görürsünüz, gölgenizin “uzun vuruş”unu…

            Gölge, “zeval vakti”nde uzun vurur.

 

“HÜZÜN BURCU”NDAYIM, ELHAMDÜLİLLAH

            Herkes bir burçta doğar. İkizler, yay, kova, aslan; benimki gibi, koç.

Sonra bunlar bir kenara kürelenir; bir burçta doğan, safha safha birçok burcu yaşar.

Hayal burcu, sevgi burcu, sevda burcu, aşk burcu, şevk burcu.

            Aşk, meşk, sevda, tutku burçları yaşandıktan sonra “Hüzün Burcu”ndadır, sıra.

            Şimdilerde, bu yıllarda ben “Hüzün Burcu”ndayım. Benim kuşağım da; benden bir evvelki, bir sonraki kuşak da. “Halep’te, halâ, altmış arşın atlamaya” çalışan dostlarımız var; ama onlar da görecekler iki kere ikinin dört etmediğini.

            Biliyor musunuz; Şam’dan da şekerden de bıktığım vakitlerde, eski yıllarıma gidiyorum. Eski yıllarıma sığınıyorum. İnsanın sığınılacak bir yeri olması ne kadar güzel. “İnsan bu yaşa gelince anlarmış…” diyor Orhan Veli.

            “Yalnızlık Allah’a mahsus” derdi güngörmüş, “kâmil” Konyalılar.

            Yalnızlığım öyle sürekli artıyor ki, bu yıllarda. Mehmet Önder’i, Mahmut Sural’ı, Selçuk Es’i, Mustafa Ataman’ı, Yalçın Dikilitaş’ı, Nevzat Küçükerdoğan’ı, İbrahim Sur’u, Enişte Selâhattin’i… Musalla’ya, Üçler’e, Hacı Fettah’a geçip gittiler. Kimi erken, kimi geç.

            “Hüzün Burcu”nun akşamları. Ah, akşamları. “Vakit garipseyince” başlar saltanatı “Hüzün Burcu”nun. “Yine gam yükünün kervanı gelir”; “çekemem bu derdi bölek seninle” diyeceğimiz kimseniz yok.

            Bedri Rahmi Eyüboğlu, deyişi ile: “Herifçioğlu Sen Mişel’de koyuvermiş sakalı/Neylesin Bizim Köy’ü, Netsin Mahmut Makal’ı/Esmeri, sarışını, kumralı, kuzguni karası/Cebinde dört dilberin telefon numarası/Bir elinde telefon, bir elinde kesesi”…

            Ne bilsinler, kesesinden ve midesinden başka şeye “pey” demeyenler; yukarıda onlarcasından bir kısmını andığım “Konya Hizmet Erleri”ni?...

           

“NEVA TELİ” KOPUNCA…

            “Semâisi dört hane olmalıydı. Usul böyleydi. O da üçüncü haneye başladı. Udunun en tiz perdelerini kullanıyordu. En ince seslerde mızrabını dolaştırıyor, feryatların en yürek paralayanını, acıların en dayanılmazını haykırıyordu, üçüncü hane. Aceleyle notasını yazdı.

            Baştan sona çalmak istedi. “Çat” diye bir ses duyuldu. Udun en can alıcı teli, en lüzumlu ses, udun hayat teli, NEVA TELİ kopmuştu. Tıpkı büyük şairin dediği gibi;

            “Her rind bu bezmin nedir encâmını bilir,

            Dünyamızı nâgah zalâm örtebilir.

            Bir bitmeyecek şevk verirken beste,

            Bir tel kopar, âhenk ebediyen kesilir.”

 

            Sedat Bey, çalmayı da, yazmayı da bıraktı. Şimdi ürperiyordu. Ter içindeydi ama çeneleri vuruyordu. Hiç üstündekileri çıkarmadan sefil yatağına sığındı. Gazı biten lamba sönmüştü. Derin bir uykuya daldı.

            Ertesi sabah, talebesi Nuri, hocasını görmeye geldi. Kapıyı vurdu, cevap alamadı. Babasını çağırdı. Birlikte odaya girdiler. Sedat Bey, daldığı derin uykudan hiç uyanamamıştı.

            Tel kopmuş ahenk ebediyen kesilmişti…”

 

ACABA İNSAN “MEKANLARI”YLA MI, “ÂŞİNALARI”YLA MI “KAİM”?

            “Hüzün Burcu”nda öyle sık aklıma geliyor ki. “Acaba insan mekânları”yla mı kaim? Mekânlarıyla mı var?

            Acaba insan “aşinaları”yla mı insan? Aşinaları gidince, “mekanları” kaybolunca o da mı gidiyor?

            “Melali anlamayan nesle” aşina olunamayınca mı “demir alınır” Musalla’ya, Üçler’e doğru?

            Zarif, vakur, “odunun eğrisine” beli eyvallah etmeyen, “Konya beyefendisi” Mahmut Sural’ı, son yıllarında, her ikindileri, Alâaddin Caddesi’nde aheste gezerken görürdüm. Kendisinin “âşina mekanları”na ilk kez görmüş gibi bakardı. Sanki taş taş belgeselini çekerdi; gözleriyle. Bir daha görülemeyecek olana son kez bakar gibi. Mustafa Ataman’da da, Selçuk Es’te de, Mehmet Önder’de de izledim böyle gezişleri, böyle bakışları.

            Önce bu gezişler başlardı; sonra göz renkleri değişirdi. Göz renkleri ne olursa olsun; açılırdı, pastelleşirdi; Konyalıca söylersek, “yoşuk” bir hal alırdı. “Gaile”den kurtulmuş, hafiflemiş, dingin.

            Dede Bahçesi, Halkevi, Millet Bahçesi, Üzüm Pazarı, Kadınlar Pazarı, Akif Paşa Mektebi, Fenni Fırın târumar edilince. Konya’ya puhular, cüllülükler, ibibikler, kırlangıçlar gelmez olunca. Caddelerindeki “çaylar” taş toprak doldurulup asfaltlanınca. Caddelerinde “sular seğirtmeyince”… Gittiler; birbirinin peşinde. Artık Tayip Ağa yoktu, Sıçanlı’nın Ahmet Ağa on çarşı böreği yemiyordu: Saatli Ali Hoca’yı, Düdüt Selâttin’i, Sabile’yi kimse hatırlamıyordu. Hanımlar “hire çorbası”nı, sürdürmeyi, paça tiridini bilmiyordu… “Bütümet”, “pilav üstü kavurma” olmuştu. “Divleğin” adı kavun olmuştu; “Şeker armıtları”nın bahçeleri villa olmuştu. “Buz karpuzu” dendi mi, kimin evini soran, diyorlardı.

 

“GÜNEŞE, AYA BATMADAN NE ZİYAN GELİR Kİ?”

            Eğer, güneş olmuşsan, ay olmuşsan. Eğer, arkandan “Allah rahmet eylesin” demelerini hak etmişsen. Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapmamışsan. “Hüzün Burcu” sana ne yapabilir ki, ne ziyan verebilir ki?

            Mevlâna şöyle diyor: “Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret; Güneşe, aya batmadan ne ziyan gelir ki? Sana batmak görünür, amma, doğmaktır o.”

            Ve Yunus gibi… “Kuruyuduk yaş olduk/Ayak olduk, baş olduk” denilebilirse…” Dirildik pınar olduk/Tırıldık ırmak olduk/Aktık denize daldık/Taştık elhamdülillah” denilebilirse. Ne ziyanın olur, “hüzün burcu”nda? Hoş gelsin, safa getirsin.

 

BU “SON FASIL”DA, DÜŞÜNÜYORUM DA…

            Şükürler olsun. Yârim, yâranım ne der, nasıl değerlendirir, bilmem. Bana kalırsa iyi yaşadım. “Durumdan vazife çıkartıp” bildiğimi yaptım. Yutkunmadım; doğru bildiğimi söyledim, doğru bildiğimi yazdım. Yanlışlarım da oldu; ama öylesini doğru biliyordum.

            Nasıl olsa; yarın değilse, bir gün; mutlaka gelecek bir gün.

            “Nasıl bilirsiniz?” diye soracaklar. Nasıl bildiklerin bugünden söyleyeceklere selâm olsun.

 

---------------------------------------------

MESAJ TAHTASI

 

“MEZARLIK” DİYE BİR YERLER VAR

-İnsan bu. Ölümsüz sanır kendini. Gurura kapılır, küçük dağları ben yarattım sanır. Helâle haram katar, şişer, şirretleşir.

            En azından ayda bir gidin Musalla’ya Üçler’e. Ya da “sülaleniz” nerede yatıyorsa oraya.

            Yunus Emre; meraklıkları gezer, yatanları bir bir tanıtır size. “Şunlar beyler idi/Kapıcılar korlar idi/Gör, nice oldu halleri/Bey hangisi, ya kulları”

            Eminim ruhunuz huzur bulacak. Şahane bir “terapi” yaşayacaksınız

 

GELECEK PAZARTESİ: “MUHACİR PAZARI”NDA BİR TATLI HUZUR  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum
  • Hasan Hüseyin / 20 Eylül 2011 Salı 14:43

    Abi eline kalemine sağlık, TEFEKKÜR dolu bir yazı olmus. o günleri yaşamadım ama yaşamış gibi canlandı. saygılar

    Yanıtla (0) (0)
  • Ahmet Kuş / 20 Eylül 2011 Salı 09:33

    Bir yazı ancak bu kadar güzel olabilir... Teşekkürler Seyit Abi...

    Yanıtla (0) (0)
  • Dincer Ulutas / 19 Eylül 2011 Pazartesi 23:31

    Sevgili Seyit, yazini okudum ve ne kadar cok iclendim bilemezsin. Bana cok seyleri hatirlattin tekrar.
    Hani "salma Helil" vardi birde, bir gun beni okulun bahcesinde epey korkutmustu.
    Selam ve sevgiler,

    Dincer

    Yanıtla (0) (0)
  • Feyyaz Caner / 19 Eylül 2011 Pazartesi 17:18

    Sayın Küçükbezirci,
    Mahmut Sural konusundaki değerli kanı ve satırlarınız için teşekkür ederim.Ama bence o da, Alaaddin Caddesinde, hüzün burcunda gezerken,aşina mekanları ilk kez görüyor gibi bakmıyor;ileride,adına "kentsel dönüşüm"denilecek rant vampirliğinin oralarda yaratacağı tahribatı hissettiği için hüzünle bakıyordu muhtemelen.
    Yeni Konya'da yayınlanan "50 Yıl Önceden Bu Yana Her Yönüyle Konya" sını kitap haline getirmek için son gayretlerimi de sarf ediyorum.İnşaallah ölümünün 25 yılına yetiştireceğim ve hüzün burcunda da olsa sizlere de ulaştıracağım.Sağlıcakla ve uzun hüzün burçları dilerim.

    Yanıtla (0) (0)
  • entel_gonyalı / 19 Eylül 2011 Pazartesi 00:23

    Konyanın ayaklı kütüphaneleri olan ve yazınızda ismi geçen nice değerli zevat gibi şahsınızda zat-ı nadir-ül emsal bir kişiliğiniz var.Gonyanın Konyalığını,size tevarüs eden bilgileri ve son 50-60 yılın değişim ve dönüşümlerini, cemiyet hayatını ve kültürüne yön verenleri ve coğrafi ve beşeri portreleri en iyi bilenlerdensiniz.Bir yerde okumuştum, yazınızda ismi geçen Düdüt Selahattin garip ve meczup olup, kafasına değilince veya dokunulunca korna sesi çalan araba gibi düt,düdüt diye ses çıkarırmış.Yazınızda değindiğiniz konulara veya mekanlara vakıf insan sayısı bir elin bir parmağı kadar sayıya düştü sanırım.. Siz, Saim Sakaoğlu,Nail Bülbül, İhsan Kayseri.....Hüzün burcu nitelemenizi çok beğendim, Allah size uzun ömürler versin,sağlık ve sıhhatinizi artırsın.Bir tür maziye bakıp bugünün bir anlam taşımamasını, öğür/akran/yaranların dar-ı fenaya göç etmesiyle duyulan yalnızlığı bize hissettirdiğiniz ve mezarlıklardan ibret al! mesajını verdiğiniz için teşekkür ediyorum değerli Üstad...Selamlar...

    Yanıtla (0) (0)