Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

Çatışmacı Dil Kullanmak

Dil ve düşünce arasında çık yakın bir ilişki vardır. Çünkü düşünce, kullanılan dil üzerine kurulur. Onun için yazılan, çizilen ve konuşulan kelimeler kuyumcu hassasiyetinde çok dikkatli seçilmelidir.  Özellikle basın-yayın organlarında ve uluslar arası ilişkilerde bazen dilde bir yanlış kullanım ya da sürçü lisan telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilmektedir. Bu sebeple, mutlaka  -ister özel, isterse ulusal yayın yapsın- başta radyo, televizyon gibi iletişim araçları olmak üzere; dergi, gazete gibi basılı görsel yayın sahipleri de kurumlarında bir din danışmanı istihdam etmelidirler.  ABD ve Avrupa ülkelerinde dini konularda danışman kullanma revaçta iken bizde ise herkes din bezirgânı kesilmekte, bu sebeple zaman zaman büyük yanlışlar yapılmaktadır. Örneğin, bir televizyon muhabiri, heyecanla “bu sene Hac mevsimi kurban bayramına denk geldi!” diyebilmektedir.

Arapça’da, lafzın ilk konulduğu yerden nakledilen şeyin ismiyle bir şeyin adlandırılmasında bir topluluğun söz birliği etmesi manasına gelen ıstılah, “düzelmek, doğru olmak” anlamındaki “salah” kökünden türemiştir. Salah kökünden gelen bütün kelimelerin ortak anlamı “barıştırmak”tır. Bu sebeple kavramları yerli yerince kullanmak toplum hayatında birleştirici bir işlev görecektir.

Son günlerde basın-yayın organlarında Suriye’deki “Nusayriler”, “Aleviler” olarak tanıtılmaktadır. Bu çok yanlış bir adlandırmadır. Maalesef uluslar arası güçler İslam dünyasına çatışma tohumları ekmek için önce zihinlerde çatışma başlatıyorlar. Nusayri yerine Alevi sözcüğünü kullanmanın ne gibi mahzurları vardır? Bir defa, Nusayriliği doğuran tarihsel ve sosyal şartlar ile Aleviliği doğuran tarihsel ve sosyal şartlar birbirinden çok farklıdır. Ayrıca her iki akım da dini inanç ve ritüeller bakımından birbirine benzemez.   İşin daha vahim tarafı,  “Alevi” kavramını kullanmakla, ülkemizdeki Alevi kardeşlerimizle Suriye arasında bir gönül bağı kurdurulmak suretiyle başka projeler gerçekleştirilmek istenmektedir.  Bu konuda hükümete ve basın-yayın organlarına çok büyük görevler düşmektedir. Mutlaka basının bu konuda bilgilendirilmesi gerekir.

Diğer taraftan İslam’a ve Müslümanlara yönelik aynı tuzak,  yıllardan beri “irhâbiyye” kavramı üzerinden yapılmaktadır.   Batı’da bulunan bazı strateji merkezleri “irhâbiyye” kavramına “terör” anlamı yükleyerek, referans olarak Kur’an-ı Kerim’i göstermektedirler.  İrhâbiyye, manevi anlamda “Allah’tan korkmak” manasına gelen, ruhbân, râhib gibi  “rehb” mastarından türemiştir.  Doğrudur, rehb, değişik türevleriyle Kur’an’da kullanılır ama hiçbir ayette terör veya terörist manasına kullanılmaz. Örneğin Enfal Suresi’nin 60. âyetinde şöyle geçmektedir: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları caydırırsınız ( türhibûne).

Görüldüğü gibi bu ayette geçen “türhibûne” fiili, caydırmak, sakındırmak manasına gelmektedir.  Kaldı ki, aynı kökten gelen “râhib ve râhibe” Hıristiyan din adamlarına denir. Kur’an onların dünyadan el-etek çekme anlamında Allah korkusuna dayalı bir dindarlık icat etmelerini kınar. Hz. Peygamber de “İslam’da ruhbanlık yoktur” buyurmak suretiyle Müslümanları uyarır. Çünkü İslam’da din-dünya ayrımı yoktur. Dindarlık da korku üzerine değil, sevgi üzerine kurulur. Her ne şekilde olursa olsun, Kur’an’da ve sünnette kullanılan “rehb” sözcüğü, terör ve terörist anlamlarına gelmemektedir.  Hatta Batı toplumlarında bazı  gayr-i Müslim şahıslar terör çıkarmalarına rağmen bağlı olduğu dinleriyle irtibatlandırılarak asla terörist muamelesi görmezler. Müslümanlar söz konusu olduğu zaman, “irhabiyye” hemen Kur’an’la irtibatlandırılarak gündeme taşınır. Amaç, İslam’ın ve Müslümanların imajını bozarak, İslam’ın yayılışının önüne geçmektir.  “İrhâbiyye” sözcüğü ile Kur’an arasında kurulan ilişkiden dolayı,  Batı toplumlarında Kur’an’a karşı saygısız tutumlar ortala çıkmaktadır.     

Bir başka kelime de “fundamantalizm”dir. “Köktencilik” anlamına gelen fundamentalizm,  ilk defa 17. yüzyılda ABD’de ortaya çıkan bir Hıristiyan Protestan hareketinin adıdır. Hareketin temel felsefesi, Hıristiyanlığın asırlardır ürettiği konsil kararlarını ve Kilise doğmalarını reddetmektir.  Bu dini akıma göre, vahyi, Kilise değil, İncil temsil eder.  Geleneği reddederek sadece İncil’in köklerine dönmeyi amaçlayan bu hareket, Batı’da çok masum iken İslam dünyasında çok korkunç anlamlar yüklenerek tedavüle sürülmüştür. Eğer fundamantalizmin İslam Dünyasında bir karşılığı olacaksa, herhalde, başta Hz. Peygamberin yaşayan sünneti olmak üzere, üretilmiş 1400 yıllık ilmi birikimi reddeden ve sadece Kur’an’ın köklerine dönmeyi amaçlayan akımlar olmalıdır. İşin esası hiç de böyle değildir. Geleneksel manada İslam’ın kök değerlerine bağlı kalan ve bu yüzyılda da İslam’ı bir yaşama sistemi olarak benimseyen, istila edilmiş ülkelerini emperyalistlerden kurtarmak için mücadele veren müslümanlar “fundamentalist” olarak etiketlenerek karalanmak istenmektedir. Bir başka açıdan fundamentalizm,   Batı’da Hıristiyanlık için ruhları aydınlatan cazip bir kelime olurken, İslam dünyasında ise, ruhları karartan ve korkutucu bir kelimeye dönüşebilmektedir.  

Netice, başkalarının strateji merkezlerinde ürettiği din dili konusunda hassasiyet göstermek varoluşsal bir sorumluluktur. Çünkü çatışmacı dil kullanmanın asıl hedefi, toplumları kavram kargaşasına düşürmek suretiyle zihinlerde ve davranışlarda parçalanmayı hızlandırmaktır. Konunun öneminden dolayı merhum Cemil Meriç, “kâmus, nâmustur” demiştir. Gelin bir defa daha bu söz üzerinde düşünelim.  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.