Serpil Yalçınkaya

Serpil Yalçınkaya

BİR TEREDDÜDÜN ROMANI

''Zekânın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür. Bütün Rönesans bir şüpheden doğdu. Bütün yeni felsefe zaferini Descartes’e borçludur. Fakat mücerret sahada zekânın evcini işaret eden şüphe ve tereddüt, ameli sahada ölümden başka bir şey değildir. O noktaya kadar çıktıktan sonra, insanın hayat ve müşahhas dünya içindeki azami kıymetine varabilmek için tereddütten karara geçmek lazımdır. Çünkü bu ölümle hayat arasındaki huduttur.''

 Peyami Safa… Eserlerinde verdiği mesajları, diyalogları ve psikolojik tahlilleri ile mükemmel bir muharrir. Fikirlerine katılırsınız ya da katılmazsınız, bunu bilemem, lakin Peyami Safa eserlerinin hemen hepsinde kendi iç dünyasını yansıtmayı mükemmel bir şekilde başaran, depresif-dahi bir yazar. Okuyucusunu da bir bunalımdan diğerine sürükleyebilecek nitelikte sarsan, yoran, altüst edebilen üstün bir yetenek.

Bir Tereddüdün Romanı da bu çağ insanının hiçbir şeyi yeteri kadar sevemediğini, hiçbir şeye yeterince bağlı kalamadığını ve hiçbir şeye yeteri kadar inanmadığını anlattığı sayfa sayısı az ama mahiyeti oldukça kapsamlı bir eseri. Kitaptaki olay örgüsü ve ana karakterlerden bahsetmek istemiyorum burada. Bence gerek yok…

“Yalnız ahmaklar plan yaparlar… Şoförlerin umumi kaideleri haricinde bir planları olsaydı yüz metre ileri gidemezlerdi: yolun hangi köşesinden ne zaman, ne şekilde, hangi araba, insan ve hayvan çıkacağını ve hangi tarafa gideceğini asla bilmeyiz. Bütün hayat böyledir. Mademki hiç bir anın tekrar etmediğini ve tarihin tekerrür etmediğini öğrendik niye ilimle fal kitabı arasındaki büyük farkı görmüyoruz? Kararsız bir dünyada olduğumuzu bilelim ve statik fikirlerimizle hayatı kalıplaştırmak gibi sonu gelmeyen maceralardan vazgeçelim...”

Kitabın hemen her sayfasında altı çizilecek, tekrar tekrar okunacak cümleler var. Dili belki biraz ağır diyebilirsiniz lakin kitaba başladıktan bir süre sonra derin ve olağanüstü anlatımıyla bunun sizi hiç de zorlamadığını fark edeceksiniz.

 “Demin bir cümlen hoşuma gitti. Belki farkında olmadan bütün bir devri o cümle ile izah etmiş oluyorsun: ‘yıkılıyor, her şey yıkılıyor!’ dinle. Hayatımda ben bunu çok hissettim. Hemen bütün kitaplarım yalnız bu cümleyi izah etmek içindir. ‘tereddüt!’ diye bağırıyorsun. . . Hakikatte sen de tereddüt ediyorsun. Roma ile İstanbul arasında, hile ile samimiyet arasında, ölümle hayat arasında tereddüt ediyorsun. Sonra sen ve benim olduğum zümre de tereddüt içindeyiz. . . Bütün Avrupa aynı tereddüt içinde: Almanya, Fransa ve İngiltere sağla sol arasında gidip geliyorlar. Milli ve beynelmilel cereyanlar, dini lazühdi cereyanlar, Katolik izdivaç ve serbest aşk cereyanları, ahlaki ve gayrı ahlaki cereyanlar bütün beşeri iradeyi ikiye bölüyor ve tereddüde düşürüyor... Yıkılıyor, her şey yıkılıyor, diyorum. Yıkılmıyor, sallanıyor. Her şey, başkalaşmak üzere yerinde kalacak. Her şey: aile, milliyet duygusu, beşeri alakalar, her şey. Giden nedir, biliyor musun? Kökleri yurdunun toprağından kopmuş, sadece milli duygularını kaybetmiş…”

“Alâkalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz ve "sevmek" deyip çıkıyoruz. Onun için ne kadar suiistimale uğruyor bu kelime…”

“Bu dünyada herkes alçaktır, fakat alçak olduklarını bilenler daha az, daha az alçak.”

         “ Sen hayatında her şey yapmış bir kadınsın. Fakat hiçbirine alışamamışsın, hiçbirinde ihtisas kazanamamışsın: evlendin fakat tam manasıyla zevce olmadın; sevdin fakat yekpare bir aşkın olmadı, birçok hadiseler en büyük ihtirasın billurunu kırdı; seyahat ettin fakat sende bir seyyah melekesi teşekkül etmedi; birçok hafiflikler yaptın, barlarda, balolarda, tiyatroların kulis aralarında yaşadın fakat bir kokot pişkinliği elde edemedin; tercümeler yaptın fakat bir satır yazı neşretmedin; çocuklara bayılıyorsun fakat ana olmadın; her emelin, her gayenin büyüklüğünü ve güzelliğini anlıyorsun fakat hiçbir emelin ve gayen yok; bir çocuk saflığıyla en basit yalanlara inanabilirsin fakat hiçbir şeye iman etmiyorsun.”


"Düşün ki her an ben değişiyorum, her an sen değişiyorsun, buna rağmen birbirimizi nasıl tanıyabiliyoruz? Bu kaçan benliklerimizi birbirimizde aramak tecessüsü olmasaydı bir saniye konuşabilir miydik? Konuşmak, benlikler arasında bir saklambaç oynuyor."

“Rüyalarımız, bir delinin uyanık şuurundaki abuk sabuk hayallerin tecellisinden başka nedir? Hepimiz günün bir kısmında, yani uyurken deliriyoruz ve belki de aklın çemberinden, sıkıntısından kurtulan ruhumuz böylelikle dinleniyor. Biz rüyalarımızda çıldırıyoruz, deliler uyanıkken rüya görüyorlar.”

“Eski ailelerin büyük bir kusurları vardı: kapalı olmak; eski ailelerin büyük bir meziyetleri vardı: gene kapalı olmak. Bu kapalılık onların zihinlerini kapamak suretiyle bir kusur, fakat seciyelerini muhafaza ettirmek itibariyle bir meziyet oluyordu. Yeni ailelerin de büyük bir meziyetleri var: açık olmak; büyük bir kusurları da var: gene açık olmak. Bu açıklık onların zihinlerini açmak suretiyle birer kusur oluyor.”

“... İzdivaç, en azından bir tek şeye inanmaktır. Bu çılgın, bu kudurmuş tereddüt ve şüphe devrinde sarsıntıyı en çok hisseden müessese izdivaçtır.”

“-Sevmek öldürmektir. Bunu çok söyledim ben. Böyledir. Hepimiz katiliz.
- Fakat bilmeyerek, istemeyerek azar azar öldürerek değil mi?”

“...Çünkü hiçbir hareketimin gayesinden tam bir saadet beklemiyordum: hayattan aldığımız her zevki ona muadil bir ıstırapla ödediğimizi bildiğim için, hiçbir şeyden yüzde yüz saadet ümit etmiyor ve yüzde yüz felaketten korkmuyordum. Bunun ikisi de imkânsızdır. Çünkü ruhi varlığımız hazla kederin muvazenesine istinat eder, işte en büyük adalet ve müsavat! İnsan, çektiği ıstırap nispetinde zevk duyar: ne kadar acıkırsa yemekten, ne kadar yorulursa dinlenmekten, ne kadar ararsa bulmaktan o derece zevk alır. İhtiyaç ve ıstırapla muvaffakiyet ve saadet arasındaki bu riyazi tenasüp, bütün insanlar arasında tam ve ezeli bir müsavat temin etmiştir. Eğer bir adamın hayatında duyduğu haz ve keder yekûnları hesap edilecek olursa görülecektir ki hiç kimse kimseden daha fazla ne mes'ut ne de bedbahttır. Hepimiz kahkahalarımızı gözyaşlarımızla ödüyoruz ve bu hususta bir dilenci bir milyarderden farksızdır…”

“…Teselli kabul etmez bir halde olduğunu anlıyordum. Tutunacak hiçbir şey kalmamıştı. Büyük kederlerin o kuvvetli ve ani sirayetiyle, gayriihtiyarî, kendimi onun yerine koyuyor, ben de teselliye muhtaç bir hale geliyordum. Gözümün önünde bir insan dağılıyor. İçtimai köklerinden kopunca mevhum ferdi şahsiyetlerimizin bir anda nasıl kuruyuverdiğini, soluverdiğini görüyorum. Yalnız içtimai değil, aynı zamanda beşeri, mistik ve ilahi bağları da çözülen insanın bu perişanlığı bana ibret, merhamet, nefret ve dehşet veriyor. İçimizde sıraya dizilen sayısız benliklerimiz ipi kopmuş bir tespih gibi nasıl dağılıveriyorlar! Kâinatın ahenginde bir muvazene unsuru olmaktan çıktığımız vakit, muhitimizle ve mevcudatın ruhiyle münasebetimizi kaybettiğimiz vakit, bir maddeden ötekine konan ve fasılalarla ısınıp soğuyan vefasız ve serseri muhabbetler içinde sendelediğimiz vakit, birdenbire ayağımız nasıl kayıyor, böyle nasıl yuvarlanıyor ve dinmeyen gözyaşlarıyla nasıl ağlıyoruz!”

           “Bu durmadan dönen çark, bu göz karartıcı hız, bu namütenahi yaratılış, oluş ve gidiş, tereddüdü ve tembelliği affetmiyor; hiçbir şeye inanmayanların da en imanlılar kadar kendi faaliyetine karışmasını istiyor ve iradeye kadar işleyen bir septisizmin, bir şüphe ve tereddüdün cezasını böyle veriyor. Akrabam ve tanıdıklarım içinde, buna benzer bir ruhi sefahatle perişan olan insanları ve aileleri düşündüm. Hepsini bu tereddüt mahvetti. Kimi kozmopolit ve milli duyguların meddücezri arasında, kimi cinsi ve âşıkane meyilleriyle aile ve dostluk vefasının çarpışması içinde ve hepsi, mevcudatla alakaları kesilerek, enerjilerini kaybederek, bir muvazene unsuru olmaktan çıkarak, tereddüdün çocukları olan fuhuş, alkol, sefalet ve şifasız bir bedbinlik içinde hastalandılar, parasız kaldılar, süründüler, perişan olup gittiler. Hiçbiri klasik ve ezeli ahengi hissetmemişti ve hepsi, asrın geçici anarşisini devrin hakiki işaretlerinden biri sanmıştılar ve nihayet canlarından usanmıştılar.”

“…Hiç bir hareketimin gayesinden tam bir saadet beklemiyordum. Hayattan aldığımız her zevki ona muadil bir ıstırapla ödediğimizi bildiğim için, hiç bir şeyden yüzde yüz saadet ümit etmiyor ve yüzde yüz felaketten korkmuyordum. Bunun ikisi de imkânsızdır. Çünkü ruhi varlığımız hazla kederin muvazenesine istinat eder, işte en büyük adalet ve müsavat! İnsan, çektiği ıstırap nispetinde zevk duyar: ne kadar acıkırsa yemekten, ne kadar yorulursa dinlenmekten, ne kadar ararsa bulmaktan o derece zevk alır. İhtiyaç ve ıstırapla muvaffakiyet ve saadet arasındaki bu riyazî tenasüp, bütün insanlar arasında tam ve ezeli bir müsavat temin etmiştir. eğer bir adamın hayatında duyduğu haz ve keder yekunları hesap edilecek olursa görülecektir ki hiç kimse kimseden daha fazla ne mesut ne de bedbahttır. Hepimiz kahkahalarımızı gözyaşlarımızla ödüyoruz ve bu hususta bir dilenci bir milyarderden farksızdır. Çok gülenin çok ağladığını söyleyen atalar sözü de bize heyecanlarımız arasındaki muvazeneden doğan bu büyük müsavatı bildiriyor. Bunun için muvakkat hazlar ve kederler istisna edilirse insanlar arasında devamlı bir saadet ve felaketten bahsedilmesini bile fazla bulanlardanım. Kararlanın üzerinde mesut olmak ümidi ve bedbaht olmak korkusu tesirini kaybetmişti. Bütün amellerimizin neticeleri arasında ıstırap ve zevk itibariyle ahenk bulunduğuna bir kere daha kaani olduktan sonra…”

Her hali ile gerçek bir “tereddüdün romanı” olan bu eseri okuyun, çevrenizdekilere okutturun efendim…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum