28 Şubat en fazla AKP’ye yaradı

Üzerinden zaman geçti. Biliyorsunuz zaman, her şeyi unutturan ve hafızaları silen en önemli güç. Çoğumuz olayı kaba hatları dışında hatırlamıyor. Postmodern darbe ile giderek sallanmaya başlayan ve içeriden, kendi adamlarıyla vurulmaya başlayan bir koalisyonun sonu. Kimse perdenin arkasında neler oldu, bilmiyor, bilenler anlatmıyor, susuyor. Anlatırlarsa, 28 Şubatçı Erol Özkasnak’ın tabiriyle postmodern darbeyi yapanlar nasıl kullanıldıklarını, muhatap olanlar da kendi içinden nasıl vurulduklarını bir kez daha hatırlamak zorunda kalacaklar. 28 Şubat'ın en büyük komutanı, dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı son noktayı koyuyor. “Konuşmadım ve konuşmuyorum. Söz verdik. Ben, 28 Şubat konusunda konuşmuyorum” diyor. Çevik Bir “Olay tarihe mal olmuştur. Bir şey söyleyemem” diyor. O günlerin bütün medyatik aktörleri suspus. Konuşmamakta direniyorlar. Yapılanların bu günkü AKP iktidarına yol açması günahıyla sustukça susuyorlar.

Giderek kesinleşen bir sonuç var ki, elden gittiği sanılan laiklik adına 28 Şubat sürecinin yapılmadığı. Daha da gariptir ki, 28 Şubat süreci sonrası ortaya laiklik adına işlenmiş bir suç konulamadı.

O günleri çoğumuz yaşadı. Türkiye'yi 28 Şubat 1997'deki MGK'nın tarihi toplantısına taşıyan olaylar zinciri, Refahyol hükümetinin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın önce İran ziyareti, ardından da Kaddafi’nin çadırında Türkiye Cumhuriyeti'ni aşağılayan ifadelerle dolu konuşmasına kayıtsız kaldığı Libya gezisiyle başladı. Başbakanlık konutunda tarikat liderlerine verilen iftar yemeği, gerginliği tırmandıran ana unsurlardan birini oluşturdu. Refah Partisi'nin devlet çarkında hızla kadrolaşması, Cumhuriyete bağlı laik çevreleri ayağa kaldırdı. Bu paragraf o günü anlatmak açısından resmi bir söylemdi. Şimdi AKP’ye yağ yakmaya çabalayan birçok yazar da o günlerde bu söylemleri anlatan yazılar yazıyordu.

Doğuda bir subay rütbesinin asaletine bakmadan devrin Başbakanı için (pe…) derken, Ankara Sincan’da tanklar güpegündüz yollarda yürütülüyordu. Bu süreç Refah Partisi’nin kapatılmasına kadar uzanan bir yolun başlangıcıydı. Bu arada İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan siyasi yasaklılar kervanına katılıyordu. Şimdi aklınızı okuyor ve aklınızdan geçen soruyu soruyorum. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklı olması AKP’ye ne yarar getirdi? Adam siyaset yapamaz hale geldi. Neler çekti, neler! Eğer siyasi yasaklı olmasının gerekçeleri ve seyrini okumazsanız sonuçlarını anlayamazsınız.

Miles Copeland diye bir CIA ajanı bir kitap yazıyor. Adı Devletler Oyunu. Aslında Mısır’da yaşanan Nasır hareketini anlatıyor ama oyun hep aynı senaristler tarafından yazıldığından her ülkenin kendi adına alacağı paylar var. İlgi çekici bir cümlesi var. “1947’den beri ülkeler arasında değişmeyen bir kural vardır. Oyun değişmeyecekse, oyuncu değiştirilir.” Oyuncu değişimine gidildi. O kadar.

İşte, Kamran İnan'dan nefis bir değerlendirme: 28 Şubat da böyle oldu. Birtakım güçler, yolunu kesmek istedikleri iktidarı, kısa süre içinde iftiralarla yerler. Önünü açmak istedikleri insanı da, yukarı doğru çıkarırlar.

O gün Refah Partisi’nin içinde olup 28 Şubat süreci için bilgi taşıyan o kadar AKP’li var ki belgelenebilse ve isimleri açıklansa şaşarsınız. İnanamazsınız.

28 Şubat’ın görünmeyen yüzünde iki önemli sebep vardı. Birincisi giderek sallanan İstanbul hâkimiyetinin sonu. Anadolu kaplanları diye adlandırılan ortak sermaye girişimleri tarihte ilk defa ekonomide yön verebilecek boyutlara ulaşıyor. Aslında bu noktada 28 Şubat sürecinin başlangıcını 12 Eylül hareketine kadar uzatabiliriz. Bu ülkede şu anda oynanan oyunun senaryosu o tarihte yazıldı. İkinci sebep hükümet tarafından ortaya atılan ve başarılı da olan “havuz sistemi” idi. Mevcut kaynakların ortak paradan kullanımı KİT’lerin dışarıya borçlanmasını azaltmış, hatta yer yer durdurmuştu. Devlet kendi parasını kâr eden kurumlardan zarar edenlere aktararak kullanıyor ve borçlanma gereği azalıyordu. Dikkat edilecek olursa olaylarda laiklik sadece bir zarf olarak görev yaptı.

Hâlâ sorular kafanızda dolaşıyor. Bütün bunların RTE ile ilgisi ne diye. Bunu anlamak için bir paragraf daha beklemek zorundasınız.

29 Şubat 1997’de MGK’da alınan kararlar nelerdi? Hepsini yazmadan en önemli ilk beş maddeyi sıralayacağım. 28 Şubat 1997 tarihindeki hükümet, 18 maddelik MGK kararlarına imza koyuyor.. Sonra da Bakanlar Kurulu’na gidiyor ve Bakanlar Kurulu da imzalıyor…..

Birinci maddesi; (laiklik ilkesi korunmalı).

İkinci maddesi; (tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf  ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı\'na devredilmeli).

Üçüncüsü; (8 yıllık kesintisiz eğitim uygulamaya konulmalı).

Dördüncüsü; (din adamı ihtiyaç olduğu kadar yetiştirilmeli).

Beşincisi; (dini tesisler, yani camiler, mabetler, mescitler istismar konusu yapılmamalı) ve ila..

Bunlar o andaki koalisyon hükümetinin almakta zorlanacağı, hatta katlanamayacağı kararlardı. Bu kararlar karşısında yapılması gereken hareketler belli idi. Bir basın toplantısı yaparak hükümetten çekilmek. Sincan’da tankları yürüten komutanı ve kendine hakaret eden komutanı emekliye sevk etmek ve bir duruş göstermek. Ama Başbakan Erbakan bunu yapamadı. Parti içinde haber kaynakları hocaya karşı giderek artan bir hareketten haber veriyor ve MGK’nın görüşleri doğrultusunda hareket ederek iktidarın devam edeceğine Erbakan’ı inandırıyorlardı. Ve Erbakan istifa etmeyerek kendi sonunu hazırladı. O gün Erbakan’a bu yolda telkinlerde bulunup, partinin sonunu hazırlayanlar nerede dersiniz. Bu günkü AKP’nin yönetiminde. O gün türban eylemleriyle ortalığı birbirine katanlar, hiçbir yasal değişiklik olmamasına ve halen yasaklar devam etmesine rağmen neredeler, bu da muamma.

Partinin kapatılmasının tabii bir sonucu olarak büyük bir kitle ortada kaldı. İslam’a inanan ve İslâmî bir hayat yaşayacakları anlatılarak oy alan kesimler ciddi bir bocalama dönemine girdiler. İşte tam o anda bugünün başrol oyuncuları devreye girdi. “Camiler kışlamız, minareler süngümüz” benzetmesi ve hakkında alınan mahkûmiyet kararı ile de mağdur edilmiş esas başrol oyuncusu. Devletin resmi ideologu Ziya Gökalp ne olmuştu da İslâmî kesimlere ilham kaynağı olmuş, bir şiir ile laiklik elden gidivermişti. İşte 28 Şubat sürecinin nihai hedefi, kitlelere “ılımlı İslam’ı” anlatacak ve kabul ettirecek yeni bir isim. Üstelik mağdur. Üstelik başarılı bir İstanbul fatihi! Tayyip Erdoğan’ı kurtaracak yasal süreçte basit bir savunma ile davanın beraatla sonlanması yerine mahkumiyet kararının çıkması ve bunu “kadere bırakmak” diye tanımlamak en azından oyunun kurallarının bilindiğinin ve kuralına göre oynanacağının bir belgesidir.

Yargıtay 8. Ceza Dairesi, 23 Eylül 1998 Çarşamba günü, İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Diyarbakır DGM tarafından verilen 10 ay hapis ve 716 milyon TL para cezasını onadığını açıkladı. Bu kararla birlikte Tayyip Erdoğan'ın siyasi hayatı sona erdi. Erdoğan yasa gereği belediye başkanlığını sürdüremediği gibi siyaset de yapamayacak. İşte herkes böyle düşünürken hiç beklenmeyen bir gelişme yaşandı.

Amerika’nın İstanbul Başkonsolosu bayan Caroline Hagins, Tayyip Erdoğan’ı 29 Eylül 1998 günü makamında ziyaret ediyor. Ona mahkumiyet kararından dolayı “üzüntülerini” bildirdikten sonra, belediye binasının çıkışında medyaya bir metin okuyor: “Amerika, bu gibi olayların, Türk demokrasisi üzerine olan güveni zayıflatacağını düşünmektedir. Seçilmiş kişiler politik figürler olarak suçlara maruz kaldıkları zaman, bu çok ciddi bir meseledir. Bu tür gelişmeler Türkiye demokrasisi üzerine güveni zayıflatır.”

12 Eylül’ün our boysları hakkında demokrasi nutuğu atmayan Amerika’nın tavrı netleşmektedir.  İşte başlangıç adresi bu tarihtir. Amerika’nın bir belediye başkanının mahkumiyet kararından bu kadar etkilenmesi 28 Şubat süreci mimarlarının da aklını başına getirmiştir ama artık çok geçtir. O tarihten sonra giderek düşen tempoda laiklik feryatları fayda vermeyecektir. Yol açılmıştır. On aylık hapishane hayatı dışarıdakiler için kısa, içerideki için uzun olmuştu ama gelecek vadeden yeni lider yetmişten fazla kitap okuyarak kendini içeride “geliştirerek değişmesini” başarmıştı.

Yasaklı olmasına rağmen kurulan AKP, oyuncu değişiminin artık kaçınılmaz olduğunu söyleyerek erken seçim yollarını açan MHP tarafından iktidara taşındı. Kurulduğunda tavır ve söylemleriyle “ölü doğduğu” siyasi çevrelerce kabul edilen AKP Turgut Özal’ın başarısını da sollayarak iktidar oldu.

Parti seçimi kazanmış ama popüler başkan milletvekili seçilememişti. Adaylığı reddedilmiş, yerine aday olarak atanan Unakıtan ortalığı mısıra ve pastörize yumurtaya bulayacak imkanlara henüz ulaşmamıştı. Başbakan olarak görüşmek için İsrail’i arabulucu olarak kullanan birisi, sıradan biri olmasına rağmen Beyaz Saray’da ağırlanıyor, Bush ile baş başa görüşüyordu. Bush’un karşısında ayak ayak üstüne atma cesaretini bile gösteriyor, nezaketi ile ün salan Ecevit’in uslu görüşme sahneleri yayınlanarak içimizdeki Kasımpaşalılık ruhu canlandırılıyordu. Avrupa’nın bütün başkentlerinden davet mesajları alıyor. AB’nin sanki en asil üyesiymiş gibi karşılanıyor ve bağırlarına basılıyordu.

Milletvekili olması mümkün olmayan Jet Fazıl bir anda hatırlanıyor ve Siirt seçimleri altı ay sürmeden tekrarlanıyordu. Daha önce uygun olarak kabullenilen adaylık ne olmuştu da bir anda yasal olmadığı gerekçeyle reddedilivermişti? Jet Fazıl gider, “yiğit düştüğü yerden kalkar” teraneleriyle Recep Tayyip dönemi başlar.

İşte bir ülkede bir lider böyle yaratılır, böyle anlatılır… İstifa etmemekte direnen Erbakan’ın kaybı, aslında daha sonra değiştirdikleri gömleklerle ünlenecek kadroların başarısı olmuştur. Anladınız mı 28 Şubat sürecinden en fazla kim kazanmış?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.