
Pırlağı çevirdin mi başın dönerdi..
O yıllarda iyi dönen her şey için bu meşhur tabir kullanılırdı... “Ulen ne dönüyor beh maşallah sanki gonya pırlağı gidi” İsmail Detseli yazdı...
İsmail DETSELİ
Yıllar, yarım asırdan daha eski, insanoğlunun yoklukla mücadelesi teknoloji ve iletişim araçlarından yoksun 500 haneli bir köyün ancak 6-7 hanesinde belki radyo bulunan, sadece bir tek evde ise gramofon denen aygıtın bulunduğu ve her köylünün radyo dinlemek için bu evlere sık sık gittiği yıllardı.
Rençperliğin kara saban ve öküzlerle, nakliye ve yük taşıma işlerinin eşeklerle yapıldığı 1945’li yıllarda ikinci dünya harbi sona ermiş, gerçi ülkemiz bu harbe girmemiş ama giren ülkelerden daha çok harpten etkilenmiş. Halk alabildiğine yoksul. Bırakın canlarından çok sevdikleri evlatlarının sırtına, başına, ayağına giydirmeyi kendilerine bile giyecek dürüst elbise yok, ayakkabı yok. Çocuklar dahil olmak üzere ayaklarda çarık başlarda eskimiş bezlerden derlenmiş dikilmiş bezden takkeler… Analarımızın ördüğü ayaktan dizlere kadar uzayan yünden çoraplar, boğazımıza ise dürüst yağlı ve gıdalı yiyeceklerden yoksun.. Ama şu var ki her yediğimiz gıda doğal, hep kendi yetiştirdiğimiz salatalık, domates, patates, soğan, fasulye… Ekmekler mis gibi arpa ekmeği de olsa yumuşacık; mis kokulu gıdalar.
Hele bir de ana-babamız eğer şehre odun satmaya veya bir başka yetiştirdiği mahsulü satmaya gitmişse dönüşünde o mis gibi kokan tam okka şehir ekmeğinden 3-5 tane almışsa… Ya bir de yanında ak halva (beyaz şehir helvası) aldı da eve getirdi ise evdeki biz çocukların tam bir bayramı sayılırdı. Bu helvalar o zaman böyle özel tava veya başka kaplara değil sadece 18 kiloluk tenekelere basılırdı… Ya bir de teneke ile helva alındı ise onun üzerine konan koruyucu yağlı kağıt analarımız tarafından özenle saklanır, kışın ateşi yükselen çocukların bağrına veya sırtına sarılarak tedavisi yapılırdı… Evlerde çok kıymetli, derde deva diyerek saklanırdı.
Bunların yanında eğer çocukluk ya onca yoğun işten fırsat bulursak ne gibi oyunlar oynardık; ayağımızdaki hafif olan çarık ayakkabılarla şimdi onlardan bahsedelim.
KÖY OYUNLARI
İkişerli veya dörderli çelik çomak oyunun yanında 5-6 kişi ile oynanan bandık oyunu vardı. Herkes duracağı yerini bir daire şeklinde belli eder, o dairede durup yanındakine elindeki çelik denen ağaç parçasını atar, o da kuvvetlice vurur elindeki değnekle o atan adam çeliği alıp gelinceye kadar onun dairesinin içi kazılırdı… Kimin dairesi fazla çukurlaşırsa o oyunu kaybetmiş sayılırdı. Bundan başka çırakma oyunu vardı; üç ayaklı bir ağaç parçasını bir yere dikerdik. Bir kişi ebe olur, yine 5-6 kişi elinde değneği atmak sureti ile o üç ayaklı ağaç parçasına vururdu… Ebe onu alıp gelinceye kadar diğerleri belli çizgiye kaçardı. Eğer kaçamayan olur da ebe onu yakalarsa o ebe olurdu.
Bundan başka tana oyunu diye bir oyunun vardı… O da ellerimizde olan düzgünce taşlar ile yerde sabit duran bir kayanın üzerine diktiğimiz yuvarlak ve sağlam bir taşı (tana derdik) vurmaya çalışırdık, vuramayanların yanında vuran da olurdu. Tana denen yuvarlak taş vurulunca ebe onu alıp yerine dikinceye kadar diğerleri kaçar attıkları taşlarının yana varır onu alıp atış çizgisine gelmeye çalışırlardı. O anda ebeye yakalandı mı yakalanan ebe olurdu. Bunların son neticesinde gerek çelik çomak oyununda gerekse tana ve çırakma, bandık, oyunlarında ebenin sırtına binerek bir müddet gitmek vardı; oyunun en heyecanlı yeri de bu idi.
Bundan başka köylü insanların vazgeçilmezlerinden olan öküz ve eşeklerin kış günlerinde sırtlarını tımar ederken (kaşağılama denir buna) sırtlarından çıkan o kılları toplayarak büyütür, top şekline getirirdik… Normal şişme toplardan topumuz olmadığı için bu kıldan yapılan ve esnek olan topla sokakta ayaklarımız ile vurarak veya elimizde voleybol gibi oynardık. Kıl olunca ne de olsa biraz esnek olur, düştüğü yerden hafifçe zıplardı… Bu kıl toplar, anamızın bezden diktiği toptan daha elverişli idi.
Kör ebe, saklambaç, eşek atlama gibi çocuk oyunların yanında gece büyüklerimizin eğlenceleri de fincan yüzük oyunları ve bunların ardından birbirlerine (yenilene) söylenen ve adına part denilen -partallamadan alınmış sanırım- oyunumuz vardı.. Yani lüzumsuz, gülünç ve aşağılayıcı alaycı sözlerde ayrı birer değerli eğlencelerdi. Bu part çığırma işi, öyle herkesin yapacağı bir şey değildi… Onu iyi söyleyen adamlar vardı, özellikle onlara part çığırtılırdı.
Örneğin yenen başlardı söylemeye
Ocak başının minderi
Öldüm dönderi dönderi
Ulan(filanın lakabına göre)pis mundarı
Bilin oynan bilmem neynen
Evinde otursan olmamı
Meclise gelemesen yenilmesen olmamı
Çam ağacı dallanmadan
Dalı budağı sallanmadan
Eğil de seni bir öpeyim
Yanakların kıllanmadan
Çam ağacı kabamı olur
Hem kürek hem yabamı olur
Erkek dediğin gebe mi olur
Çıkar köyün ortasına
Kafasına bir odun vurur
Diye daha birçok esprili sözler söylerler ve barana arkadaşları ise gülüşüp eğlenirlerdi.
Gelelim esas konumuz ve başlığımıza da koyduğumuz ‘gonya pırlağı’na.
Yaz gününde köy çocuklarının oyun oynamaya vakti pek olmaz ama kış ve güz günlerinde bu oyunlara daha çok zaman ayırabilirdik… Bir de kışın don olduğu zamanlarda bizim köylerimizde beton düzlükler olmadığı için bu (topaç) pırlakları o genişçe yayılmış derelerdeki ve köyün orta yerindeki buzun üzerinde çevirmek çok zevkli olurdu.
Şimdi Konya’da ağaç oyma makineleri ile yapılmış topaçlardan ziyade köyümüzde eli mahir olan ağabeylerimizin sert meşe ağacından yaptığı ve yere gelip dönecek yerine kabara yerine ince çividen bir döneğen yaptı mı… Bizler elimizde bulunan bir sopa ucuna bağlanmış ip ile topacı döverek döndürmemiz yerine çevresine sardığımız annemizin kendir ipi diye büktükleri ipten sarardık…
Buzun üzerine sertçe fırlattık mı öyle bir dönerdi ki işte gonya pırlağı ona denirdi. Bazen bu dönmeler saat tutulur 3-4 dakika sürerdi… Buzda sessizce dönmesine de “tam uğundu vallahi ne dönüyor yaa” diye övünürdük birbirimize… O yıllarda iyi dönen her şey için bu meşhur tabir kullanılırdı; “ulen ne dönüyor beh maşallah sanki gonya pırlağı gidi” derlerdi. Bir de başka el pırlağı yapardık… Bunu da iplik sarılan makaralar boşaldıktan sonra makaranın bir tarafını kesip ayırarak ortasındaki makaranın delik yerine bir ucu sivri kalem şeklinde ağaç yapardık… Onu da elimizin şahadet ve başparmağı ile tutup döndürürdük… O da güzel döner ve uğunurdu. Şimdi sözü biraz da siyasete ve zamana getirelim… Bazı insanlar da şimdi aynı gonya pırlağı gibi uğunarak dönüyorlar; ne dersiniz…
Pırlak bizim dilimizde fırıldaktan kısaltılarak girmiş uğunarak sessiz dönen manasına kullanılırdı.
AK HALVA AKLINIZDA MI KALDI?
Bunu da böyle anlattıktan sonra yazımızın yukarısında bir ak halvadan (helva) bahsetmiştik biraz da gelin onu açalım, ne dersiniz. Eskiden köylerde annelerimiz bize tatlı olarak yapıp yedirdikleri şeylerden bazıları yumurtadan yapılan üzerine pekmez dökülerek yediğimiz kaygana denen tatlıydı. Lokmya benzerdi. Undan yapılan zengin tatlısı diye adlandırılan (üzerine toz şeker döküldüğünden) höşmerim, yine unun kavrularak üzerine pekmez dökülüp tatlandırılan köftü denen tatlı. Bir de gara helva dediğimiz yine undan yapılan tereyağı ile beslenerek kayganlaştırılıp yenmesi çok leziz olan köyde helvanın ustası kadınların ve bazı erkeklerin yaptığı helvaya gara helva derdik. Onun için tabi Konya helvasına da ak helva denmesi normaldi. Bu usta ellerde daha mekanik şekilde imal edilip satışa sunulan çöğenli ak helvalar 18 kiloluk tenekelere basılır bu günkü gibi daha ufak çapta kaplarda olmazdı… O büyük tenekeler ile toptan ya da kilo ile perakende satılırdı… Onun için biz köylü çocukları bu ak helvaya çok düşkün olurduk…
Bu büyük tenekelerin üzerine toz ve başka şeylerden korunması için helva üstüne konan kâğıtlar bile köyün o hamarat ve bilge kadınlarının yanında çok değerli idi… Çünkü kış ve yaz günlerinde ateşli hastalığa tutulan bir çocuğun karnına veya sırtına o helvanın yağlı kâğıdı konunca hastanın ateşi düşer sıhhat bulurdu. Bu kâğıdın elden ele evden eve gezdiği vaki idi. Bu helva kâğıdı bulunmayan evlerde ise basit bir gazete kâğıdı bulunursa iğne ile delik delik yapılarak mavi ispirto ile ıslatılan kâğıttan çocuk ve ateşli hastalar şifa arardı. Köylerde düğünler yapılırken misafir ağırlanırken sunulan tatlılardan evinde ak helva bulunan zengin evler helva ikram ederken bütçesi müsait olmayan fakir aileler ise ya kıvrım baklava ile ya da başka başka hamarat köy kadınları tarafından kendilerince icat edilmiş hamur işi üzeri pekmezle tatlandırılmış tatlılar ikram ederlerdi.
Köyümüzde gara helva ustası bir (undan yapılan) ustanın ocakta unu kavururken keyfe geldiği bir anda dinlediğim dörtlükleri sizlere aktararak yazımı noktalayayım. Yaşım henüz 7-8 sanırım usta babam bir arkadaşına rica etti… “Bir helva yapalım gardaşlık da çocuklar sevinsin” dedi. Usta helva yapacak evde babam, usta, bir de ben varım. Ocakta meşe odunu yanıyor; un, tereyağı ile kavruluyor… Ocakta mis gibi kokuyor, usta aşka gelmiş türkü söylüyor. Karanfili eskiden beri çok severim, çünkü çok türkülere konu olmuş bir güzellik çiçeğidir.
İşte usta ağzından karanfil
Karanfil destesiyim
Güzeller hastasıyım
Kızmemen eğri bitmiş
Ben düzelten ustasıyım
Aman aman
İlimonu sıktın yarrr
Aman aman
Hatırımı yıktın yarrrr
Aman aman
Bellerimi büktün yarrrr
Helva kıvama döndükçe usta coşuyordu.
Karanfil eker misin
Balınan şeker misin
Bana ettikleriniiiii
Ahrette çekermisin
Pencereden baktın yarrrr
Aman aman
Ciğerimi yaktın yarrrr
Aman aman
İstedim de alamadım
İnsafsızzzz
Gözümden yaş döktüm yarrrr
Diyerek helvalar pişti, usta bir tabak helva ile evine gitti… Biz de kalanı bol bol afiyetle yedik…Ahhh o günler ahhhh. Şimdi bir pırlağım olsa da çevirsem, mis gibi helvadan çiğnesem… Saygılarımla…