Körfez’in Barış Pınarı tepkisi acziyetini perdeliyor

Körfez’in Barış Pınarı tepkisi acziyetini perdeliyor

Türkiye’nin 9 Ekim tarihinde başlattığı Barış Pınarı harekâtına karşı, küresel ve bölgesel aktörler arasındaki en ilginç yaklaşımı Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ekseninin liderlik ettiği statükocu blok sergiledi.

 Küresel ve bölgesel aktörler eliyle Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan, Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik en önemli terör tehdidini bertaraf etmeye yönelik, Türkiye’nin 9 Ekim tarihinde başlattığı Barış Pınarı harekâtına karşı, küresel ve bölgesel aktörler arasındaki en ilginç yaklaşımı Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ekseninin liderlik ettiği statükocu blok sergiledi.

Harekâtın başlamasını takiben bir kınama mesajı yayınlayan Suudi Arabistan'ın Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Adil el-Cubeyr’in “Washington’daki ortaklarımızla, ayrıca Suriye’de desteklediğimiz güçlerle yakın istişareler yürütüyoruz” şeklindeki ifadeleri, Suudilerin YPG/PYD yapılanmasıyla dirsek temasını bir kez daha görünür kıldı. BAE ve Bahreyn dışişleri bakanlarının da harekâtı “dost Arap ülkesinin egemenliğinin açık ve kabul edilemez ihlali ve Arap işlerine müdahale” ifadeleriyle kınaması ve bölgenin yönetimlerine yakın Körfez medyasının başlattığı Türkiye karşıtı propaganda, Körfez’in bu süreçte Türkiye karşıtı politikasını ortaya koyuyor.

Bu süreçte BAE-Suudi Arabistan ekseninin Arap Birliği’ni harekâtı “bir Arap devletinin topraklarının işgal edilip egemenliğine saldırı” olarak yorumlayan bir karar çıkarmaya zorlaması, başta Arap kamuoyu olmak üzere bölgede şaşkınlıkla takip ediliyor. Suriye’nin 2011 yılında Arap Birliği’nden çıkarılmış olması ve 12 Ekim’de “toprak bütünlüğüne yönelik” saldırıların konuşulduğu Arap Birliği toplantısında Suriye’nin bulunmayışı, Birlik’in inandırıcılığının da sorgulanmasına yol açıyor.

Meseleyi Suriye’nin toprak bütünlüğü çerçevesinde ele alan ve Türkiye’yi “işgalci” olarak suçlayan BAE-Suudi Arabistan ekseninin, İsrail’in (başta Filistin olmak üzere) tüm bölgede takip ettiği işgal siyaseti karşısında çoğu zaman sessizliğini koruduğu, bazen de Arap kamuoyunu yatıştırmak için cılız tepkiler verdiği biliniyor. Tüm bu gerçekler ortadayken BAE-Suudi Arabistan ekseninin Suriye toprağı olan Golan tepelerini ilhak eden, sık sık Lübnan ve Suriye’ye yönelik hava saldırıları düzenleyen İsrail ile birlikte hareket ederek Barış Pınarı harekâtı karşısında “Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelik ortak endişeler ifade etmesi” şaşkınlığı daha da artırıyor. BAE-Suudi Arabistan ekseninin son dönemde Yemen’i bölmeye yönelik politikaları herkes tarafından bilinirken, “Suriye’nin toprak bütünlüğüne” yönelik endişeler ortaya koyması da ayrıca büyük bir tutarsızlık örneğidir.

BAE-Suudi Arabistan ekseninin Arap Baharı sürecinde sürdürdüğü Türkiye karşıtı politikanın üç temel sebebi bulunmaktadır: Sünni İslam dünyasındaki liderlik iddiaları için en önemli tehdit olarak gördüğü Türkiye’yi Arap/İslam dünyasından izole etmek, İsrail’in güvenliğini sağlamak ve giriştiği iddialı dış politikada yaşadığı başarısızlıkları örtmek.

- Körfez’in Türkiye’yi Arap/İslam dünyasından izole etme girişimi

ABD’nin 2003 yılındaki Irak işgali ve Arap Baharı sürecinde Mısır, Suriye ve Irak gibi bölgenin önemli aktörlerinin zayıflayarak bölgesel güç denkleminden çekilmesi Levant, Kızıldeniz ve Körfez bölgelerinde önemli güç boşluklarına yol açtı. Bu süreçte BAE-Suudi Arabistan liderliğinde oluşan statükocu blok, bu güç boşluklarını doldurmak için askeri/endüstriyel kapasitelerinin üstünde, iddialı bir dış politikaya yöneldi. 2011 yılında Bahreyn’e yönelik askeri müdahale, 2013 yılında Mısır’da yaşanan askeri darbeye sağlanan aktif destek, 2014 yılandan itibaren Katar’a yönelik blokaj politikası, 2015 yılında başlayan Yemen’e yönelik askeri müdahale ve Suriye’de BAE-Suudi Arabistan ekseni taraftarı bir muhalefet bloğu oluşturma girişimleri, Arap Baharı sürecinde oluşan bu güç boşluklarını doldurmak için bu eksenin geliştirdiği doğrudan ve dolaylı müdahalelerden sadece bazılarıdır.

ABD işgalinin Irak’ı, Arap Baharı sürecinin ise Mısır ve Suriye’yi zayıflatması, Ortadoğu bölgesinde sadece güç boşluklarına yol açmakla kalmamış, bölgedeki geleneksel güç dengesini Arap olmayan ülkeler (Türkiye, İran) lehine değiştiren bir süreci de başlatmıştır. Bu süreçte özellikle Türkiye’nin yüzünü Ortadoğu’ya dönmesi Sünni dünyada Suudileri zayıflatan bir etken olmuştur.

2010 yılının sonlarında başlayan Arap Baharı Türkiye’yi bir ikilem ile karşı karşıya bırakmıştır: Ya bölgedeki rejimlerle kurduğu ekonomik siyasal ilişkileri feda etmek pahasına demokrasi yanlısı halk hareketlerini destekleyecek ya da bölgede uzun yıllardır inşa ettiği yumuşak gücü ve Arap halkları nezdindeki prestijini kaybetmek pahasına halk hareketlerini görmezden gelerek bölgedeki otoriter rejimlere destek olacaktı. Bu ikilem karşısında Türk karar vericiler, otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş sürecini aktif bir biçimde destekleyerek, Türkiye’nin bölgesel liderlik rolünü pekiştirmeyi tercih ettiler. Böylece bölgede otoriter rejimler yerine demokratik yönetimler kurulmasına ilham kaynağı teşkil eden Türkiye, bölgede kurulacak yeni Ortadoğu düzenin öncüsü olacaktı. Bu süreçte bölgede oluşan güç boşluklarından yararlanan Türkiye, Katar’ı da yanına alarak bölgede (Suudi Arabistan liderliğindeki Vehhabi ve İran liderliğindeki Şii bloklara ek olarak) üçüncü bir blok oluşturmaya çalışmıştır.

Türkiye ve Katar’ın Ortadoğu bölgesinde demokratik dönüşümü savunan bir dış politika izlemeleri ve bu dönüşümün gerçekleşmesi için bölgenin en güçlü siyasal/toplumsal tabanına sahip Müslüman Kardeşler hareketini desteklemeleri, BAE-Suudi Arabistan ekseni açısından ciddi bir tehdidi açığa çıkarmıştır. Çünkü Müslüman Kardeşler hareketi Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Filistin ve Ürdün’de önemli bir toplumsal tabana sahiptir ve BAE-Suudi Arabistan ekseninin resmi İslam yorumu olan Vehhabiliğe alternatif bir İslam yorumuna sahiptir, otoriter yönetimler yerine demokrasi, özgürlük ve insan hakları temelli bir politik düzenin kurulmasını istemektedir. Türkiye gibi güçlü bir hamiye kavuşması, Müslüman Kardeşler hareketini bölgede BAE-Suudi Arabistan ekseni tarafından oluşturulan statükoya yönelik en büyük tehdit haline getirmiştir. Bu durum 1960’lı yıllarda Suudi Arabistan için en büyük tehdit olan, Mısır Cumhurbaşkanı Nasır’ın liderlik ettiği pan-Arabizm benzeri bir tehdidi hatırlatmaktadır. Pan-Arabizm 1955-70 yılları arasında bölgede Suudi Arabistan’ı zayıflatan, Mısır (1952), Irak (1958), Yemen (1962) ve Libya’da (1969) monarşilerin yıkılarak yerine cumhuriyet rejimlerinin kurulmasına öncülük eden ideolojik bir motivasyon kaynağıdır.

Büyük çoğunluğu otoriter rejimler tarafından yönetilen Ortadoğu bölgesinde, yönetim ile halk arasındaki uçurum uzun yıllardır bölge genelinde yaşanan istikrarsızlığın en önemli sebeplerinden biridir. BAE-Suudi Arabistan ekseni Türkiye’nin bölge halklarının demokrasi, özgürlük ve insan hakları temelli taleplerini cesaretlendirmesinin, yönetim ile halk arasındaki bu uçurumu derinleştirerek statükocu bloğun bölgedeki politik nüfuzunu zayıflatacağını düşünmektedir.

Bu yönüyle, Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan terör koridoru (eğer kalıcı olabilseydi) BAE-Suudi Arabistan ekseni açısından kullanışlı bir araç olacaktı. Bu bölgede uzun süredir küresel ve bölgesel aktörler eliyle oluşturulmaya çalışılan terör koridorunu büyük oranda Suudilerin finanse ettikleri bir sır değildi. ABD başkanı Trump’ın Suriye’deki Amerikan askerlerinin varlığının devamını isteyen Suudi Arabistan’a “Suudi Arabistan bizim Suriye’de kalmamızı istiyorsa parasını ödemesi gerekecek” demesi, bu desteğin en üst düzeydeki ifadesinden başka bir şey değildi. BAE-Suudi Arabistan ekseni bölgede oluşturulmaya çalışılan terör yapılanmalarına aktif destek sağlayarak hem Türkiye’nin güneyindeki sınır güvenliğine odaklanıp Ortadoğu siyasetinden izole edilmesini hem de bu aktörler eliyle İran’ın çevrelenmesini hedefleyen bir politika takip etmekteydi. Geçtiğimiz günlerde Irak’taki İran yanlısı Haşdi Şabi milislerine yönelik İsrail hava saldırılarının Suriye’nin kuzeyinden yapılmış olması da bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Barış Pınarı harekâtına karşı BAE-Suudi Arabistan ekseni tarafından gösterilen bu sert tepki, harekâtın bu eksenin bölgesel politikaları açısından kullanışlı bir aktörü işlevsiz kılmasından kaynaklanmaktadır.

- İsrail’in güvenliğine dair endişeler

2006 yılındaki Hizbullah-İsrail savaşından sonra İran’ın bölgedeki politik nüfuzunu genişlettiğine yönelik ortak kaygılar, İsrail-Körfez yaklaşmasına katkı sağlayan en önemli gelişme olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte BAE-Suudi Arabistan ekseni Hizbullah’ı bölgede gerginliği tırmandırmakla suçlayarak açıktan İsrail’e destek vermişti. 2010 yılında yaşanan Arap Baharı sürecinde ise BAE-Suudi Arabistan ekseni bölge genelinde demokrasi, özgürlük ve insan hakları temelli sokak hareketlerini kendi çıkarları için tehdit olarak yorumlamıştı. Benzer şekilde İsrail’in Ortadoğu’da toplumsal tabanı güçlü yönetimler kurulmasını kendi güvenliği için tehdit olarak kabul etmesi, İsrail ile Körfez arasında ortak “güvenlik endişelerine dayanan” bir ittifaka yol açmıştı.

Suriye jeopolitik olarak Levant bölgesinde işgal ettiği stratejik komumu sebebiyle İsrail’in güvenliği konusunda kilit bir ülkedir. İngiliz manda yönetiminin teşvikiyle İsrail devletinin kurulmasını kendi güvenliği için en önemli tehdit olarak kabul eden Suriye, İsrail’in kurulduğu 1948 yılından itibaren Arap dünyası ile İsrail arasındaki tüm savaşlarda (1948, 1967, 1973) en aktif aktörlerden biridir. Suriye’nin Levant bölgesinde yaşanan askeri çatışmalardaki belirleyiciliği, herkesin kabul ettiği “Suriye’siz savaş, Mısır’sız barış olmaz” ilkesini açığa çıkarmıştır. Dolayısıyla güçlü bir Suriye devleti İsrail açısından birincil tehdittir.

Arap Baharı sürecinin başlangıcından itibaren İsrail’in güvenliğini Ortadoğu’daki en önemli ulusal çıkarı olarak gören ABD, Suriye’de iç savaşın derinleşmesine ve Suriye toprak bütünlüğünün küçük devletçikler kurularak parçalanmasına yönelik bir politika takip etmiştir. Aslen bu durum I. Dünya Savaşı sonrası Fransız mandasının Levant bölgesindeki çıkarlarını korumak için Lazkiye’de bir Alevi devleti, güney Suriye’de (Cebel-i Dürzi bölgesi) Dürzi devleti, Şam ve Halep devletleri olarak Suriye’yi parçalama siyasetini hatırlatmaktadır.

Sykes-Picot’nun yüzüncü yılında küresel güçler eliyle bölgede zayıf ve bölünmüş devletler kurma projesine yönelik destek, Suudilerin II. Dünya Savaşı sonrası bölgede güçlü bir Suriye devletini bölgesel statüko açısından tehdit olarak gören geleneksel yaklaşımının bir ürünüdür. BAE-Suudi Arabistan ekseni için bölgesel statüko Batı ile ılımlı ilişkilere, ABD ve İsrail tarafından tanımlanan bölgesel statükonun korunmasına dayanmaktadır. Suriye devleti kurulduğu günden beri BAE-Suudi Arabistan eksenin tanımladığı bu bölgesel statüko için hep tehdit kaynağı olmuştur.

Suriye’nin Suudi Arabistan ile doğrudan kara sınırının olamayışı bu tehdidi Suudiler için dolaylı bir tehdit kılsa da, İsrail için Suriye en önemli tehdit olarak varlığını sürdürmektedir. BAE-Suudi Arabistan ekseninin Suriye politikasına yakından bakıldığında, toprak bütünlüğünü yok ederek Suriye’yi zayıflatmaya yönelik bir politika izlediği kolayca anlaşılabilir. Bu yüzden Rusya’nın Akdeniz kıyısında, İsrail’in Suriye’nin güneyinde ve ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde kendi nüfuz alanları oluşturmasına ve buralarda bağımsız devletçikler kurma girişimlerine ses çıkarmamıştır. Türkiye’nin bu süreçte ısrarla Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumaya dönük politikası ve anayasa yapma süreçlerine de dahil olarak Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olamaya dönük attığı adımlar, İsrail’in güvenliğini bölgesel statüko için en önemli dayanak olarak gören BAE-Suudi Arabistan ekseninde ciddi bir rahatsızlığa neden olmuştur. ABD’nin çekilmesi sonrası bölgede oluşan güç boşluğunu Türkiye’nin doldurması sebebiyle BAE-Suudi Arabistan ekseni harekâta İsrail ile benzer bir tepki göstermiştir. BAE-Suudi Arabistan ekseni bu süreçte Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor görünse de, buradaki asıl mesele İsrail’in güvenliğidir.

- İddialı dış politikanın iflası

Arap Baharı sürecinde BAE-Suudi ekseninin takip ettiği iddialı dış politikanın iki temel amacı bulunmaktaydı: Öncelikle, bölgede oluşan güç boşluklarının Türkiye ve İran gibi iki rakip güç tarafından doldurulmasını engellemek ve ikinci olarak da bölge genelinde BAE-Suudi Arabistan ekseni lehine politik bir düzen kurarak politik nüfuzunu Levant, Körfez ve Kızıldeniz gibi güç boşluklarının oluşturduğu alanlara doğru genişletmek. Ancak aradan geçen dokuz yıla rağmen BAE-Suudi Arabistan ekseni bu iddialı dış politikasında son derece başarısız olmakla kalmadı hem İslam dünyasında hem de küresel ölçekte önemli oranda itibar kaybetti.

BAE-Suudi Arabistan ekseninin askeri sahada uğradığı yenilgide ve itibar kaybında Yemen savaşında yaşanan başarısızlıklar, Yemen’den yansıyan insani kriz görüntüleri ve Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan konsolosluk binasında öldürülmesi önemli bir rol oynadı. Altı ay gibi kısa bir sürede Yemen’de bozulan statükoyu geri getirmek ve ülkede zayıflayan Suudi politik nüfuzunu tekrar onarmak maksadıyla ülkenin askeri/endüstriyel kapasitesi hesap edilmeden girişilen Yemen operasyonu, bir trilyon dolara yakın ekonomik maliyetinin yanı sıra, ülkenin askeri kabiliyetinin son derece yetersiz olduğunu ortaya sermesi açısından da önemli bir gösterge olmuştur.

Geçtiğimiz hafta BAE-Suudi Arabistan ekseninin sergilediği Türkiye karşıtı kampanya, Arap Baharı sürecinde uğranılan askeri yenilgi ve itibar kaybını örtme girişiminden başka bir şey değildir. Bu süreçte, Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarından hareketle gerçekleştirdiği Barış Pınarı harekâtı “masum sivillere yönelik bir saldırı girişimi” olarak sunulmak suretiyle, BAE-Suudi Arabistan ekseninin Arap Baharı sürecinde Ortadoğu’da giriştiği iddialı dış politikanın Bahreyn, Yemen, Libya ve Mısır gibi ülkelerde ortaya çıkardığı insani krizler gölgelenmeye çalışılmıştır.

Türkiye’nin hem askeri kabiliyetleri hem de diplomatik başarılarıyla Ortadoğu siyasetine ağırlığını koyması, BAE-Suudi Arabistan ekseninin bölgesel liderlik iddialarını geçersiz kılmıştır. Bu süreçte BAE-Suudi Arabistan ekseni Türkiye’nin bölge siyasetinde artan etkisini, otoriter rejimler eliyle yürüttüğü statükocu politikalar için en önemli tehdit olarak yorumlanmaktadır. İşte bu cenahtan yükselen Türkiye karşıtı politikaların temel sebebi, bir taraftan Türkiye’nin bölgede artan ağırlığını dengelemek, diğer taraftan da Arap Baharı sürecinde yürüttükleri iddialı dış politikanın başarısızlıklarını perdelemek olmuştur.

[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :