Seyit Küçükbezirci

Seyit Küçükbezirci

Hiş, hişt bahar geldi..

Hiş, hişt bahar geldi; Nisandayız farkında mısınız?

 

            Sait Faik Abasıyanık, “Hişt, Hişt” adlı ünlü öyküsünde anlatır: Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.

            Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye. Budalalık! Ya yağmur yağmasaydı… Otun yeşilli mor ya denizin mavisi kırmızı olsaydı… O zaman mesele olurdu, işte…

            Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan, “Hişt” dedi.

            Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu bosunu olmamış taze deve dikenleriyle karabaşlar, erik lezzetinde bana baktılar.

            Yoluma devam ederken;

            Hişt, hişt, dedi…         

            Ben duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

            Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir “Hişt, hişt” sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…

            -Hişt, hişt!

            -Hişt, hişt!

            -Hişt, hişt!”

FARKINDA MISINIZ? SİZE DE ÇOK ŞEY “HİŞT” DİYOR

            Halil Soyuer7in elli yıldır unutamadığım bir şiiri var. İki mısraında şöyle der: “Mayıs geliyor mayıs; kalksana hastam/Yatağın bir parça boş kalıversin”

            Farkında mısınız? Size de çok “Hişt, hişt” diyor. Duyuyor musunuz?

            Arkanızdan, yanlarınızdan “Hişt, hişt” sesleri kesilmişse; “Hişt, hişt” diyen binlerce anlamlı güzellik sizden umudu kesmişse. İstediğiniz kadar “diriyim” diye cayyık cayık bağırın. “Ölü saymışlar sizi”

            Neyse. Kaldığımız yerden devam edelim.

            Güneyik, acı marul, gök soğan “Hişt” diyor. Yol kenarlarında “dede sakalları” sirkenler, taze çorbalık ısırganlar “Hişt, hişt” diyor. “Şifalı nisan yağmuru suyu” damlaları yere düşerken; toplamak için bir leğen koymadığınızı görüyor, “Hişt” diyor. Erik, badem, şeftali ağaçları bembeyaz; “telli duvaklı gelin” olmuşlar; “Hişt, hişt” diyorlar. Dağlar, akarsular, yemyeşil çayırlıklar, sizi görünce “Hişt”, “Hiişşşt” diyor.

HATIRLATARAK SİZE BİR KIYAK DAHA YAPAYIM MI?

            On iki yıl önce, Meram Belediyesi güzel bir dergi çıkıyordu. Her mevsim bir sayı yayınladı.

            Derginin “Baharda Meram” nüshasında, 2000 yılı Mayıs’ında bir yazı çıkmıştı. Başlığı; “Şişt, Şişt… Bahar Geliyor, Bahar”

            Sait Faik Abası Yanık, “İstanbulluca” “Hişt, Hişt” koymuştu öyküsünün adını; ben “Konyalıca” “Şişt, Şişt” diyordum. İkisinde de Merâm aynı. “HİŞT”… “ŞİŞT”.

            O yazımızı okuyanlar, “Gulağını dıkamayanlar” tat aldılar; “Bir günün beyliği beylik” misâli keyif sürdüler. Gök eriğin, çağlanın, güneyiğin, yağlı Meram marulunun tadını “paranın tadını” tercih eden nice dostum; Üçler’de, Musalla’da. Az zaman değil ki, on iki yıl.

            Beni hiç ilgilendirmez. “Tadlara, kokulara, renklere dikkat ha!” diye onları da uyarmıştım. Niyetin neyse kaşığında o çıkar.

            Az yukarıda, unutmamaşınızdır “İnşallah”; “Size bir kıyakçılık daha yapayım mı” diye sormuştum.

            Vakit geç değil. Daha nisanın ortasındasınız. “Konya’nın bahar güzellikleri”nin binde birinden birini aklınıza getirerek “Kıyağım”ı yapıyorum.

            Okur musunuz, lütfen…

            “Güneyik, Acı marul, Dede sakalı, Yemlik; çok değil birkaç haftadır elimizin altında… “Şifa Niyetine” deyip; güneyiği, acı marulu, Yemliği tuza basa basa yemek bir ömre bedel. Bizim sevgili İstanbullu, Ankaralı, İzmirli entellerimizin “Anadolu Otları”nı yeni keşfettiklerine; “Ot yeme Keyfi”ni yeni bulduklarına bakmayın. Bizim kuşağın anaları, onların anaları, onların da on göbek eski anaları çocuklarını hep bu otlarla büyüttü… “Büyüttü de beğ etti”

            “Gök Soğanla Yumurta Devri” ha geldi, ha gelecek… Gök soğanla yumurtayı “Sefertası evinde” yerse insan, valla bir şiy ağnamaz. Gök soğanla yumurtayı, bir su kenarında, çayır çimen üzerinde, yere bağdaş kurup oturarak yemeli… Yeni sürülmekte olan bir talanın “Alan”ına oturup topraklardan buğular tüterken yemeli… Bol kırmızı biberli tuza basa basa yemeli…         

            Hele Nisan… Ona da çok kalmadı… Nisan’da Konya ova köylerinin bozkırlarında “Eğri Yavşan” diye bir ot biter. Gümüş rengi, bir karış yüksekliğinde, bozumsu yeşil bir ot. Türüm türüm kokulu… Lavantayı andırır; amma, Eğri Yavşan’ın kokusunun yanında lavantanın kokusu kaç paralık şey…

            Eğri Yavşan’a Konya köylüleri “Yumurta Boyası Otu” da der. Steplerin halkı, top yumurtayı Eğri Yavşan otuyla kaynatır. Yumurta öyle bir canım kahverengi ile boyanır ki görmek lazım… Şehrin hayından huyundan; alıvırdımından satıvırdımından kurtulan insanın, bir Nisan öğlesinde, otuz yumurtayı yiyesi gelir… Çayırbağı’nda…    

            Bahar geldi, bahar… Kendinize de zaman ayırmalısınız. Unuttuğunuz zenginlikleri, tatları, duyguları yaşamalısınız. Konya’nın tatlı baharını kaçırmamalısınız.

 

Mesaj Tahtası: “NİSAN YAĞMUR SUYU” TOPLAMANIN TAM ZAMANI

            Bu günler “nisan yağmur suyu” toplama günleri. Birkaç leğen, birkaç tencere bulun; içine yağmur suyu toplanacak bir yere koyun; bekleyin yağmuru. Bağ, bahçe, balkon; sizin yoksa akrabalarınızın.

            Benim “Çocukluğumun Konya’sı”nda belki bin evde, nisan aylarında herkes dikkat içindeydi; yağmur suyu toplamak için. O zamanlarda, yağmurun adı “Rahmet”i; “nisan yağmuru suyu” da binbir derdeşifaydı. Bilen için yine de öyle. Unutulunca “gerçek”, gerçek olmaktan çıkmaz ki.

            Biz, kerpiç evlerimizin pencerelerinde yağmur yağarken; “Tarlada çamur, teknede hamur, ver Allah’ım ver, sicim gibi yağmur” diye el çırparken ninelerimiz anlatırlardı. “Nisan yağmuru yağarken denizdeki balıklar kafalarını sudan çıkarır, ağızlarına nisan yağmuru damlasın diye. Nisan yağmuru damlası balıkların midesinde “cevahir” olur” derlerdi.            

            “Nisan yağmuru” hakkında rivayet olundu ki:

            Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa: “Cebrail, Bana, öyle bir ilâç öğretti ki (o ilâç sayesinde, insanların” doktorların, ilâlarına hiç ihtiyaç kalmaz”

            “Eshab-ı Kiram”: (O ilâçtan) Bize de haber ver, Ya Rasulullah” dediler.

            Rasulullah dedi ki: “Nisan yağmurunu alınız (toplayınız). Ona: 70 defa Fatiha-i Şerife, 70 defa İhlâs-ı şerif, 70 defa Felak suresini, 70 defa Nâs suresini, 70 defa Tesbih duasını (Sübhanallahi vel-hamdü Lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü ekber ve lâ havle velâ kuvvete illâbillâhil-aliyyıl-azîm) okuyunuz. Sonra, 7 gün devamlı olarak sabah akşam birer bardak içiniz. Beni Hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-u Hakk’a yemin ederim ki, Cebraîl Bana dedi ki: “Bu sudan içen kimsenin, cesedinden, damarından, sinirinden, etlerinden, o kimseye ağrı, acı veren rahatsızlığını Cenâb-u Hakk giderir ve o kimseye sıhhat ve afiyet verir”

            “Mevlâna Dergâhı”nda “Mevleviler” yüzlerce yıl, “nisan yağmur suları”nı “Nisan Tası” adlı kaplarda topladılar; Dergâhı ziyarete gelen misafirlerine ikram ettiler, yemeklerine kattılar.

            Saçları uzamayanlar, “Nisan yağmuru suyu” ile saçlarını yıkasınlar da görsünler.

            İmkânınız varsa, şimdi tam zamanı. “Kırkikindi yağmurları” başlamak üzere. Nisandan size on beş gün müsaade. Buyurun, “Nisan yağmur suyu”  biriktirmeye.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum