Eskiden hayat

Eski insanlar, bağda bahçede çalışırlar, akşama kadar tarlada koşuştururlar,  günlük işleriyle meşgul olurlar, o yorgunluklarını da gecede bırakarak sabah dinlenmiş bir vücut, dinç bir kafayla uyanırlardı. Doğan her güneş umutla doğar, gelen her gün hayat tadında yaşanırdı. Akrabalığın, arkadaşlığın, dostluğun bir anlamı, bir değeri vardı. Çok güzel atasözleri, çok güzel insanların dilinde, şevk olur, teselli olur, umut olur insanlığın direncini artırır, moralini yükseltirdi. Halkın bağrından çıkan türküler, dilinden dökülen maniler ve gönlünde mayalanan şiirler normal hayata sanatsal çeşniler katar, gençliğin hayal dünyasını genişletir, yaşlılara da bir bilgelik aşılardı. 

Sanki takvim yaprakları böyle sonbahar gazelleri gibi dökülüvermez, günün, haftanın, ayın, yılın bir bereketi vardı. Mahmur sabahlar, uzun öğleler, geniş ikindiüstleri, bir liman gibi sığınılan akşamlar ve yün yataklarda ağırlanan geceler vardı. Tandır ekmeğinin kokusu, tereyağının lezzeti, Camız kaymağının büyüsü, küflü peynirin tadı dilde bambaşka rayihalar bırakır, nimetin bir şükür sebebi olduğunu insan idrakine adeta işlerdi. 

Köşede bir radyo olur, ondan gelen ses bütün odayı doldurur, ev halkına şenlik olurdu. Radyo deyince, başka milletlerde de var mı bilmiyorum ama bizde radyo tahtası diye bir şey vardı. Odanın yüksekçe duvarına tutturulan bu aparatlı tahtanın üstüne radyo konur, onun da üzerine dantel işlemeler örtülürdü. Kış günleri sobanın kurulmasıyla başlar, onun etrafında sıcacık sohbetler edilirdi. Dedeler ibretli kıssalar, menkıbeler anlatır, nineler aynı masalları tekrarlar dururlardı ama her defasında yeniymiş gibi dinlerdi evin çocukları.

Perşembe akşamlarının, cumaların, kandillerin ve bayramların rengi vardı sanki gözlerimizle gördüğümüz ama adını koyamadığımız. Bu zaman dilimlerinin manevi havasının, bütün mahalleye, şehre hatta ülkeye bir nüfus edişi vardı ki bu insanı daha güçlü, daha kavi kılardı. Önemli günlerin belirtisi camide imamın, sokakta bakkalların gündemini belirler, buralardan bütün mahalleye yayılırdı. İmam, vaazlarında söz eder, bakkallar, satışa sundukları çeşitleri böyle günlerde farklılaştırırlardı. Üç aylar girerken şivlilik çeşitler,, bayram gelirken şeker çeşitler, aşure gelirken de onun gerekli malzemeleri ile herkese adeta o günleri hatırlatırlardı. 

Yazlar, özellikle çocuklar için oyun ve oyuncak üretme zamanlarıydı. Körebeler, saklambaçlar, birdirbirler, uzun eşekler, çelik çomaklar, topaç döndürmeler, bilye boncuk oyunları, plastik toplar, kayısı çekirdekleri, boşalan makaralar, telden yaptıkları arabalar, bilyeli tekerlekli sandıklar, fenerler, meşaleler, lastik tekerler ve daha nice oyun ve oyuncaklar çocukların kendi becerileri ve hayal dünyalarıyla bezenerek bütün mahalleye bir cıvıltı, bir hoş uğultu bırakırdı.

Bir de seyyar satıcılar vardı sokağı güzelleştiren, coşturan. Sebzeciler, sütçüler, çimenciler, dondurmacılar, horoz şekerciler, çarşafçılar, eskiciler, oklava satan eşekli amcalar, çerekotu - kenger sakızı satan dedeler. Ve daha akla gelmeyen nice satıcılar. Hatta duvarları cilalamak için ak toprak satan yaşlı amca bile vardı. Alıç satanlar, yaz günü dağlardan getirdikleri karları pazarlayanlar, akşamdan sonra çıkan bozacılar. Kurban bayramları yaklaşırken kurbanlık satan köylüler. Kavun - karpuz sergileri. 

Eşyanın kıymeti vardı. İsraf edilmez, her şey bir başka amaçla da kullanılabilir, öyle hemen atılmazdı. Su testiden içilir, yemekler ızgarada pişirilir, kahveler gaz ocaklarında yapılırdı, milangazlar daha sonraları çıktı piyasaya. Hemen hemen her evin avlusunda tandır olurdu. O tandırlarda sadece ekmek değil güdükler, gevrekler yapılır, kuru fasülye yemeği pişirilir, güveçler yapılırdı. O avlularda mutlaka kümes de olur, tavuklar, horozlar, hindiler yetiştirilir, evin yumurta ve et ihtiyaçları buradan sağlanırdı. Bir köşede ahır olur burada da koyun, keçi, inek, camız gibi büyük baş hayvanlar beslenir, yine et ve süt ihtiyaçları görülürdü. Avarlar ekilir, sebzeler buradan elde edilirdi. Öyle her akla gelince bakkala, markete koşulmazdı. Öyle ki dışardan mahalleye sebze getirilmezdi. Yıllar ilerleyince bir gün bir dolmuşta filesinde pırasa gören yaşlı kadın içini çekmiş ve uzun zaman insanların dilinde mesel gibi dolaşacak şu cümleyi kurmuştu: " Ya demek Araplar'a da gider oldu pırasa! "

Bağlar bozulur, pekmezler kaynatılır, salçalar yapılır, kış hazırlıkları, pirinç, bulgur, kuru fasülye, nohut, patates, soğan gibi yiyecekler çuvallarla istif edilir, sucuklar, pastırmalar, kavunlar yaş üzümler tavanlara asılırdı.

Elbette daha pek çok şey daha vardı ama bunlar ilk aklıma geliverenler işte. Hülasa hayat güzeldi. Kendi üretir kendi tüketirdi insanlar,  bu alın teri ve iç huzuruyla yoğrulan gönülleri dingin bir toplumun gururu bütün evlerin bacasında tüterdi. Komşuluk bir mecburiyet değil bir hayat şekliydi. Bu günkü imkanlar yoktu belki ama o gün sırt sırta vermenin kuvveti ve direnci o günün hayat çilesini mutluluğa dönüştürmeye yetiyordu.

Sevgiyle kalın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum