Derya Gezgin
EKRANDAN BAKARAK DEĞİL, YÜREKTEN DUYARAK
Günün her saatinde, yeni yüzyılın müthiş, insanüstü icatlarından biri olarak avuçlarımıza sığdırılan küçük beyinler aracılığıyla internette sanal gezintilere çıkmak bir rutin haline geldi. Uğrak noktalarımızdan biri de hiç şüphesiz; bizi ilgilendiren konular varsa üzerinde 3-5 dakika fazla yoğunlaşmak, yoksa şöyle bir göz atmak için kullandığımız sosyal medyalar, haber sayfaları vs. Bu yolculukta her gün birbirinden daha acımasız, akıl almaz, tüyler ürpertici olaylarla karşılaşmamak işten bile değil. Peki, gördüklerimizin yüzde kaçı insan olmanın bize vermiş olduğu en ayrıcalıklı duygu olan vicdanımızı harekete geçirmekte? Dünyanın gidişatını göz önünde bulundurursak, sıfıra yakın olmalı. Her gün öldürülen, her türlü insani ihtiyacı elinden alınan onca insan varken, bizim bunları yalnızca göz ucuyla bakarak geçiştiriyor olmamızı da hesaba katarsak, vicdan denen duyguyu yere, göğe, taşa, toprağa bırakma olasılığımız hissetmemizden daha yüksek.
Kendi kafamızda kurduğumuz ütopyalarda yaşarken ve her türlü duyumuzu gerçek dünyaya kapatmışken, dışarda yaşanılan distopyayı fark etmek mümkün müdür? Soruya dair nihai hüküm sizde saklı; fakat katledilen çocuklar, bombalanan hastaneler, doğamayan bebekler, tekrar tekrar öldürülen bedenleri görmek için insan olanın gözlerine ihtiyacı yoktur. Bunlar yürekte hissedilmesi gereken sancılar, birlikte paylaşılması gereken acılar, el ele verilip çözülmesi gereken problemlerdir. Bedenler küçülüp yok olurken, binalar temelleriyle buluşturulurken, en korkunç kabuslar bütün gerçekliğiyle hayat bulurken, sessiz kalmak ise yapılanlardan daha da büyük bir insanlık suçudur.
Diyorlar ki, “E kardeşim, ne yapalım, gidip savaşalım mı?” Ben de diyorum ki: Evet, savaşın; fakat savaşmak için gitmenize gerek yok. Evde otururken alacağınız kararlar, yayacağınız mesajlar da bir cihat. Bir markete girdiğinizde almadığınız İsrail malı, evinizde kullanmamaya dikkat ettiğiniz İsrail destekçilerinin her türlü araç gereçleri de bir savaş; Filistin halkının yokluğunu, çaresizliğini, kimsesizliğini paylaştığınız bir haber, fotoğraf, mesaj da bir savaş. Madden orada olamasak da manen yanlarında olmak bizler için bir zorunluluk değil, sorumluluktur. Ve bunu yapmanın en kolay ve en yıkıcı hali boykottur. Lakin bizler boykot etmek yerine müstağni olmalıyız. Biliyoruz ki boykot, “Senin malını istiyorum, ona ihtiyacım var fakat almıyorum.” demekken; müstağni, “Senin malına ihtiyacım yok.” demektir. Ve bir Müslüman, kardeşini öldüren zalimin tek bir kılına dahi muhtaç olamaz. Yapılan eylemler bombalar kadar gürültülü ve yıkıcı olmasa da inceden inceye çökertir hedefte ne varsa. Ancak başarı, ilk adımın cesaretinde gizlidir.
Müslümanlar, zalimlere karşı durabilmek için ebabil beklemeyi alışkanlık haline getirmiş. Gelgelelim, zannediyorum ki ebabiller bizi görse, işgalcilerle bir olduğumuzu düşünür; en çok siccîli bize atarlar. Çünkü elimizden geleni yapmayı bırak, dilimizden dökülene dahi dikkat etmiyoruz. Yaklaşık 108 yıldan beri süren işgal, bazılarına göre Filistin halkının hak ettiği bir muamele. Kalkıp “Tapularını sattılar.” diyebiliyorlar. Hangi tapu, hangi toprak? Bizzat kendilerine ait olmasına rağmen İngilizler ve İsrailliler tarafından kalemle bölünüp, silahla alınan topraklar mı? Kaldı ki hiçbir millet, ne gibi bir sebebi olursa olsun böyle bir soykırıma maruz bırakılamaz; ve hiçbir insanoğlu, böyle bir tutumu kabul edemez. Bu süreç yalnızca bir toprak kaybı değil; açlık, susuzluk, çaresizlik, kimsesizlik, yersizlik, yurtsuzluk... ve daha bir sürü şey. Bunları yazarken tek bir soru kurcaladı dimağımı: Hâlâ bunları yaşayan onlarca genç, yaşlı; erkek, kadın olmasına rağmen, “Hak ettiler.” diyebilmek, merhametin neresinde kendine yer bulur? Çok geç kalmadan bir yerine tutunmalıyız; çünkü geciken merhamet, zulmün en büyük gölgesidir. Birçok ülke tarafından yeni yeni sahiplenilmeye başlanan Filistin ise toplumsal vicdanın utanç tablosundan başka bir şey değildir.
Yıllar boyunca yapılan hiçbir eziyet, bu onurlu milleti yok edemedi. Sıkılan kurşunlar, atılan bombalar, bir öleni bin diriltti. Onlar için ölüm demek, cennet demekti; bu fani cehennemden bir kaçış... Fakat ölümü bile zorlaştırdılar. Tek tek veya yığınla, bir anda alınan canlar tatmin etmemiş olacak ki sistematik açlıkla baş başa bırakmak gibi insanlık dışı bir yöntemle kıyımlarına devam etmekteler. Tek bir dokunuşta bile bulunmadan, mideleri boşaltıp bedenleri tertemiz ruhlardan hoyratça ayırmaktalar. Yığınla insan, var olmayan bir dünyada yaşıyormuşçasına terk edilmiş vaziyetteler. Her türlü yardımın önü kesik, her türlü iletişim kopuk. Bir avuç yürek sahibi imdada yetişirken, yüzlercesi boğazlarına çökmüş, dudaklarının ardındaki susmak bilmez yaşama nağmelerini pençeleriyle söküp almaya çalışmakta. Ancak bilmiyorlar ki kendi vatanı için savaşan onlarca şerefli can; korkuyla, arsızca, namussuzca kaçmaktansa, haysiyetli bir ölümü yeğler.
Gözler önünde yaşanan vahşet karşısında bunca söze ne hacet? Anlatamadan anlayan zihinler, bakmadan gören gözler, sessizliğin içinden yankılanan hakikati duyabilen kulaklar; gözyaşını silecek eller yerine, nedenini ortadan kaldıracak bilinçler gerek bize. Bu insanlık dramını sinemada film izler gibi izleyen içi boş et yığınları değil... Ancak o zaman halden anlar olur Âdemoğlu; ancak o zaman “Dur!” diyebilir zulme… Ekrandan bakarak değil, yürekten duyarak yaşarsa.