Düğmeye Basıldığını Nasıl Anlarız?

Çocukluğumda çok işitirdim. Amerika’da bir düğme varmış. Başkanın hemen elinin altında, kırmızı bir düğme. İstediği an bu düğmeye parmaklarının ucuyla dokunur ve istediği ülkeyi havaya uçururmuş. ABD çok büyük bir devletmiş bu yüzden. Onunla başa çıkmak çok zormuş. Amerika’yla iyi geçinmek gerekirmiş.

Sonra büyüdüm, kocaman adam oldum. Bu tür laflara itibar etmemem gerektiğini düşünüyordum artık. Çocuk değildim. Ama bu düğme işi daha çok karşıma çıkmaya başladı. Bu sefer biraz farklıydı. Her şey yolunda giderken, insanlar gülüp oynarken, ekonomi rayına oturmuşken, birileri “düğmeye basar”, her şey tepe taklak olur. Borsa dibe vurur. Siyasiler, idareciler panikler. “Eyvah düğmeye basıldı” diye bağırmaya, veryansın edilmeye başlanır. Gazeteler günlerce “Düğmeye basıldı” manşetleriyle çıkar. Ama hiç kimse bu düğmeye kimin bastığını söylemez. Kimse bilmez. Bu düğme nasıl bir düğmedir, niçin basılmıştır, düğmeye basma yetkisi kime aittir… Bunun üzerine hiç kimse bir şey bilmemektedir. Bilenlerin bilmeyenlere anlatacağı bir şey de söz konusu değildir. Çünkü herkes “birileri düğmeye bastı” demenin dışında başka bir varlık gösterememektedir. Adeta nutku tutulur bütün insanların. Tek bir cümle, dalga dalga yayılır: “Düğmeye basıldı!” Bu düğmeye basılma meselesi hangi ülkelere özgüdür derseniz, benim görebildiğim kadarıyla az gelişmiş ülkelere. Ancak son zamanlarda Türk Cumhuriyetleri ve eski Sovyet ülkeleri için geçerli bir durum. En son düğmeye basılan ülkeleri aklınıza bir getirin. Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan, Özbekistan. Ben bugüne kadar, Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da yani batılı ülkelerde düğmeye basıldığını hiç görmedim, duymadım da. Göreniniz, bileniniz var mı?

Düğmeye basılmanın alameti farikası

Düğmeye basıldığını gösteren bazı önemli işaretler vardır. Her Türk aşağı yukarı bu alamet-i farikayı bilir. Bunun ekonomik, siyasi, askeri olmak üzere önemli ana başlıkları olduğunu görürüz. İlk önce borsa düşer, dolar çıkar. “Hazine borçları çeviremiyor” diye köşe yazarları baykuşluk yapmaya başlarlar. IMF’nin adını en çok bu zaman diliminde duyarız. Hatta IMF başkanını kendi ülkemizin devlet başkanı zannetmeye başlarız.

Daha sonra ne mi olur? “Başörtüsüne özgürlük” sloganları bir anda etrafı sarar. Üniversite nizamiyelerinde başörtülü kızlarımızın başı zor kullanılarak açılmaya çalışılır. “İkna odaları” oluşturulur. Televizyon kanalları bu konuyu yeniden milyonuncu baskı olarak ekranlarına taşırlar. Yetkili yetkisiz pek çok kişi bu konudaki görüşlerini kamuoyuyla paylaşır.
Sonra bugüne kadar hiç görmediğimiz bazı kişiler, sokaklarda dolaşmaya başlar. Bunlar büyük camilerin önünde “Şeriat isteriz” sloganları atıp, sokaklarda asalarıyla arz-ı endam ederler. İsmini hiç duymadığımız şeyhler, tarikatlar bir anda gündemimizi işgal eder. Mürit ve mürşitler cenneti bir ülke halini alırız. Her televizyon kanalında, sabah akşam onların görüntülerini seyrederiz.

Bunun üzerine bir kısım laikler, mum yakma eylemi başta üzere, bir çok garip eylemler geliştirerek bunları kınarlar, protesto ederler. “Laiklik elden gidiyor, irtica hortladı, cumhuriyete sahip çık” sloganlarıyla ortalığı gürültüye boğarlar. Hayatında bir kere alnı secdeye gelmemiş insanlar, gazetelerde, televizyonlarda ezanın Türkçe okunması, namazın üç vakit olması gerektiğine dair orijinal düşüncelerini dillendirirler. Kadınlar neden cumaya gitmiyor’undan tutun da, kürtaja kadar bütün can alıcı (!) meseleler gündemin baş köşesine kurulmuştur. Bu sırada ne doğru düzgün bir ilahiyatçıya, ne de bir din adamına rastlarız. Hepsi medya maymununa dönmüştür. Aklı başında adamlar köşelerinde bu olup bitenlere “Allah hepsini ıslah etsin” diyerek bakmaktadırlar.

Bütün bunlarla birlikte, Yunan askeri uçaklarının Türk hava sahanlığını ihlal ettiğini yazmaya başlar gazeteler. Taciz uçuşları yapılır. Ege ısınır. Karşılıklı söz düellosu başlar. Gerçi bu son söylediğim şey her Temmuz ayında yaşanır. Tamam bunu düğmeye basıldı olarak kabul etmeyelim. Aklımızın bir köşesinde bulunsun sadece.

Nerde kalmıştık? Din demiştik değil mi? Tabii din deyince, bir de mezhepler girer araya. “Aleviler neden Diyanet’te temsil edilmiyorlar? Alevilerin ibadet haneleri neden kültür evi gibi görülüyor?” tartışmaları da aynı döneme rastlar. AB de girer bu sırada devreye. Baş örtü konusunda müdahil değillerdir, ama mezhep konusunda çok hassaslardır! “Alevilerin durumu AB yasalarına uygun mudur, değil midir” diye tartışılır durur. Oysa kendi içlerinde hala devam eden, tarihlerinde birer kara leke olan mezhep savaşlarını çoktan unutmuşlardır bile. Ama görevleri kutsaldır, Türkiye’nin en önemli meselelerini halletmek için seferber olmuşlardır. Sevr’de yapamadıklarını yapmak için büyük bir fırsat geçmiştir ellerine. Bunun üzerine bir de etnik temele dayanan ayrımcılık eklenir. Türkiye’de 70 milyon mezhep ve etnik grub mu var diye düşünmekten kendinizi alamazsınız. Neredeyse her mezhep ve etnik gruba ait bir AB temsilcisiyle karşı karşıya gelirsiniz. Ellerini gözümüze sokarcasına uyarılar yaparlar: “İnsan haklarını ihlal ediyorsunuz!”

Unutmadan, Sabataycılık da önemli bir yer eder bu tartışmalarda. “Alfabetik Sabataizm” devreye girer. Sabataizm konusunda doktora yapmış, bazen ulusalcı, bazen Apocu olan “uzmanlar” neredeyse tüm ülkeyi Sabatayist ilan ederler. Herkes birbirinin isminin baş harflerine, son harflerine, ortadaki harflerine bakarak kimliklerini anlamaya çalışır.
Peki bundan sonra ne olur? Tabii ki, ortalık toz duman. “Düğmeye basıldı”ğına artık siz de inanmaya başlarsınız. Sonunda Aleviler, Sünniler, Kürtler, Beyaz Türkler, Sarı Türkler, Ermeniler, laikler, İslamcılar, siviller, AB temsilcileri, IMF yetkilileri, askerler bütün dünyanızı işgal eder. Kendi gündeminizde ne vardı unutursunuz. Her şey allak bullak olmuştur.
Düğmeye basılınca her ülkede farklı sonuçlar doğar. Her ülkenin konjonktürüne göre “düğmeye basılma tarifeleri” uygulanır. Bazılarında darbe olur, bazılarında darbeye gerek kalmadan itidalli hükümetler seçimle iş başına gelir (!)

Peki düğmeye basanlar ne mi yapar bu arada? Onlar da keyifle senaryolarının hayata geçişini izlerler, bir Hollywood filmi izler gibi. Anlayacağınız yapımcı çok mutludur. Ülkedeki çok ünlü köşe yazarları medya patronlarının isteği doğrultusunda hep onun gücünden bahsetmektedir: “Düğmeye basıldı! İtaat edin!” Bu arada sivil toplum örgütleri diye bildiğimiz (!) “Sam Amca’nın” Türkiye temsilcisi iş adamlarımız, medya patronlarımız, askeri-sivil bürokrasinin çok önemli yerlerinde görevli bürokratlarımız da ‘düğmeye iyi ki basıldı’ demekten kendini alamazlar. Bu seferki piyangonun kendilerine çıkması için dualarını etmişlerdir bile.

Sahi ben bu satırları yazarken belki birileri yine düğmeye basmaya hazırlanıyordur, ne dersiniz?

Önceki ve Sonraki Yazılar