Prof. Dr. Caner Arabacı

Prof. Dr. Caner Arabacı

Tunus

Tunus’ta diktatörlük değil, asıl Fransa/batı medeniyeti iflas etmiştir


Tunus’ta, iktidarı altüst eden, sokakları yangın yerine çeviren olaylar yaşanıyor. Çeyrek asırdır ülkenin diktatörü olan adam, eski dostları kabul etmediği için ülkesinden kaçıp sığınacak bir yer arıyor. Yalnız kaçarken ülke hazinesinden bir buçuk tonluk altını da götürmeyi unutmuyor. Bu çeyrek asırdır soyduğu halkını son bir defa daha soyma denemesi mi, yoksa alnının teriyle, şerefiyle önceden olduğu gibi bu saatten sonra da geçimini sağlama haysiyeti bulunmadığı için midir? Ferrarisini götüremeyen adamın pahada da yükte de ağır dünyalıklara yönelmesini, halk aklından çıkarmayacak gözüküyor.

 

Aile fertleri, aile fotoğrafına girenler de benzeri bir kaç kaçın içinde. Hükümet kuruluyor. Bir günlük görevden sonra yıkılıyor. Yönetim bir türlü şekillendirilemiyor. Sokaklarda kızgın, kinli kalabalıklar var ama liderleri yok. Başsız, başsız hale getirilmiş yığınlar, ancak istemediklerini belirten tepkiler veriyor. İstediklerini kim yapacak belirsiz.

 

Tunus’ta “neler oluyor”un, ibretle sorulacağı günlerdeyiz..

İşin görünen yüzünde her şey, sebze arabası ile geçimini sağlayan bir gencin kendisini yakması ile başlıyor. “Canlılık” ile ilgili bütün bilgileri, kanunları, teorileri iflas ettiren bir gelişme bu. Hayata, yaşamak, varlığını sürdürmek için gelen birisi, nasıl kendi eliyle ölüme gidebilir? Cayır cayır yanarak ölmeyi istemek değil, uygulamak nasıl bir gelişmenin, hayat cehenneminin sonucudur? Öyle bir ateşin içinde olmalısınız ki, kendinizi yakmak, ona tepkili çözüm olsun.. Bir gencin, kendisini yakması, aynı psikolojide olan aynı huzursuzluğu yaşayan milyonları harekete geçiriyor ve diktatörün saltanatını sallıyor. Halkın kızgınlığını hafifletecek bir gösteri tedbiri olarak Bin Ali’nin adı havaalanı alnından sökülüyor; karısının, adı yolsuzlukla bütünleşmiş yeğeni parçalanarak öldürülüyor, sokağı dolduran yığınların nefreti bazı tahriplerle devam ediyor.

 

Neden?

Tunus halkını, yönetim, dayanma sınırlarını aşarak taşma noktasına getiriyor. Bir patlama bu. Yıllardır ezilen, horlanan, dışlanan, kanunsuz bir şekilde hapsedilen/öldürülen halkın patlaması. Aslında, “öyle öleceğime böyle öleyim” çaresizliğinin bir sonucu. Onun için asıl yönetime bakılması gerekiyor. Görünüşte bağımsızlık kazanıldıktan sonra kültürel bağımlılığı benimsemiş, her yönüyle halkına yabancılaşmış bir yönetimin ülkesine hazırladığı dramatik sonuçtur bu. Yabancılaşma o kadar belirgin ki, halk aç-sefil, onlar konfor içinde. Ülke zenginliklerini hovardaca, göstere göstere harcamadan çekinmeyen bir elit zümre oluşturulmuş. Halkın kıblesi Kâbe, onların kıblesi Paris.. Halk Arapça konuşuyor onlar Fransızca. Halk geleneksel de olsa değerlerini yaşamak istiyor. Onlar, diyelim ki başörtüsünü yasaklamaktan yana. Yasak konusunda o kadar sıkı ve kararlı ki, resmi daireler, okulla sınırlı değil. Sokakta hatta evlerinde bile kadın kıyafetine müdahale edecek kadar çılgın bir yönetim. Diktatör General Zeynelabidin Bin Ali, Atatürk’ü örnek aldığını söyleyen ilk cumhurbaşkanı Burgiba’nın devamıdır. 1956’da “ölünceye kadar” kaydıyla Devlet Başkanı seçilen Burgiba, 1987’ye kadar demir yumrukla ülkeyi kontrol altında tutar.  Sosyalist Destur Partisi, değerleri ezmede en önemli aletidir. Sağlık gerekçesiyle devrildiğinde, aslında fiilen 1930’lardan itibaren ülke kaderinde etkindir.

 

1965’te İsrail’e karşı yumuşak ve ılımlı davranılması gerektiğini savunan bu yarım asırlık diktatör, o yumuşaklığı kendi halkına karşı hiç göstermez. İlk dönemlerden itibaren İslâm yurdu olan Tunus’ta, oruç tutmayı bile yasaklayan bir despottur. Bağımsızlığını güya kazanan ülkede, halkı ezen diktatörler, yönetimi ruhsuz elleriyle tutarlar. Burgiba’nın yerini alan General Zeynelabidin’in de en önemli işi, Müslümanlara yani halkına karşı etkin tedbirler almaktır. Yasakçılıkta, zulümde Burgiba modelidir.

 

İşte burada şu sorunun sorulması gerek: Kim adına, ne için?

Cevap aslında bellidir. Elbette Tunus için, barış için, gelişme için değildir. Fransa içindir. Görünüşte çekilen Fransa’nın, gerçekte hâkimiyetinin devamı içindir. Fransa, gizli işgalini kültür emperyalizmi ile devam ettirmiştir. Kendi kültürünü benimsemiş elitler aracılığı ile ülkeyi sömürmeye devam etmiştir. Elbette, aracılarına payını, istedikleri lüks hayat hakkını da tanıyarak.. Böylesine bir azınlık yönetimi, halka rağmen kolay yaşayamayacağı için, yönetime destek sağlayacak kolluk kuvvetleri, askeri güç, propaganda gücü, okumuş zümreler de destek kıtaları olarak zaten oluşturulmuştur. Ama bütün bunlar bir yere kadardır.

 

Tunus’a bakanların, aslında orada Tunus’u değil; Hıristiyan Medeniyeti işgalini gören bütün İslâm ülkelerini görmesi gerekir. Değilse Tunus doğru anlaşılamaz. Batılı sömürgeciler, güya çekilirlerken kendileri yerine halkını ezecek yerli yönetim zümreleri oluşturarak çekilmişlerdir. “Emperyalist Osmanlı’nın”, üç asır (1574-1881) boyunca Türkçeyi öğretemediği Tunus’ta, “medeni” Fransa’nın 75 yılda (1881-1956) Fransızcayı anadilin yerine geçirmeyi başarması bunun içindir. Her şeyleri ile efendilerine özenen yerli işbirlikçiler, Batılı efendilerinden daha zorba daha hoyrat bir şekilde halklarını ezmişlerdir. Toynbee’nin tarifiyle onlar, kırbaç değil akrep olmuşlardır. Zira işgalci, dışarıdan şaklayan kırbaç; işbirlikçi yerli yönetim, öldürücü akreptir.

Independent’in Orta Doğu muhabiri Robert Fisk’in, Tunus ile ilgili açıklamaları bu yönden yeterince göz açıcıdır. Ondan bazı cümleler almak yerinde olacaktır:

“Fas için Bin Ali’nin gidişi uyarı niteliği taşımalı. Ama öyle düşünüyorum ki, tüm bu diktatörler, Körfez Emirleri, Prensleri kendilerini temize çıkarmak üzere, biz ne yapıyorsak yani Batı ne yapıyorsa aynısını yapacaklardır. Bin Ali de hep öyle yapmamış mıydı?

“Çoğu yolsuzluğa bulaşmış bölgenin bütün bu diktatörleri, kendilerini desteklememiz için bizim yani Batının desteğini arkalarına alacaktır. Biz derken İngiltere, Fransa ve diğer Avrupalı ülkeleri ve tabii Amerika’yı kastediyorum. Bin Ali’yle ilgili olup biten de buydu. Bu insanlar mutlaka birer demokrat olarak değil de, şiddet yanlısı İslamizme, El Kaide’ye karşı gönüllü birer ‘‘kuvvetli adam’‘ pozisyonunda kendilerini ortaya koyuyorlar.

Fisk’in Hüsnü Mübarek ile görüşü de aynı:

“Adam 82 yaşında ve Eylül’deki seçimlerde yeniden başkan olmak istiyor. Güvenlik servisleri o derece güçlü ve zorba ki her şey olduğu gibi devam edecek. Ve bizler özellikle de Mısır’a parasal destek veren Amerika, öyle olması için elinden geleni yapacak. Kısacası İslamizm korkusu o kadar güçlü ki, Avrupa Birliği, tek-tek Avrupa ülkeleri, Amerika Birleşik Devletleri olarak olayların öbür Arap ülkelerine sıçramasını istemeyeceğiz.”

 

Adam daha ne demeli ki, doğu uyansın? Durumu daha açık nasıl anlatmalı ki, Batı işbirlikçisi yerli dikta yönetimleri deşifre olsun?

 

Tunus’taki gelişmeler, elbette Avrupa ve Amerika’da memnuniyetsizlik meydana getirmiştir. Çünkü onlar, halka karşı diktatörleri savunmaktadırlar. Bunu itiraf etmektedirler. İtiraf türü açıklamayı yaparken de utanmak yerine, İslâmî terörü gerekçe göstermektedirler. Yerli diktatörler olmazsa, İslâmcı gelişmeler olacaktır. Onun için diktatörlerin desteklenmesi gerekmektedir. Tunus’taki gelişmelerin yayılması korkutmaktadır. Tunus’un, Cezayir, Ürdün, Mısır, Yemen ve diğer diktatörlükler üzerinde domino etkisi yapıp yapmayacağı tartışılmaktadır. Kanaatleri, yapmayacağı yönündedir. Diktatörler korksa da Batılı emperyalistlerin desteği, askeri güçler, polis yanlarındadır. Hiçbir resmî güç, uzun süre halka rağmen hâkimiyetini sürdüremez. Olsun. Cezayir’deki gibi, bazı gıda maddelerine ucuzluk verirseniz, on binlerce öldürdüğünüz, fırınlarda yaktığınız halk, gevşeyecektir. Onlar, Cezayir yönetiminden de, Mısır’ın Mübarek’inden de memnundurlar.

 

Bu tür açıklamalar, İslâm toplumlarının gözünü açmak için yeterli gelmelidir. Başlarındaki sömürgeci uzantılarını devirmek, kaynaklarına sahip olmak, kendi kendilerini yönetmek.. onların hakkı değil midir?

 

ABD ve Batıdan; diktatör destekçiliği, halk iradesine karşı duruş yönünden boşuna bir utanmanın beklenmemesi gerekmektedir. Çünkü Hıristiyan Medeniyeti, son yüz yıla bıkıldığında görülecektir ki, İslâm ülkelerinde hep diktatörleri sevip, desteklemişlerdir. Raşid el-Gannuşi, istediği kadar demokratik anlayışa sahip olsun, istediği kadar hukuk, hak, insanlık desin önemli değildir. Değil mi ki o, İslâmî Yöneliş hareketinin lideridir, öyleyse yerli diktatör tarafından hapsedilmeli, halk tepkisi ile salınırsa ardından idamı istenmelidir.. Munsif el Marzuki istediği kadar, diktatörlük karşıtı olsun. Önemli değildir. Yerli olması, bağımsızlık istemesi, Batı işbirlikçisi olmaması ezilmesi, sürgün edilmesi için yeterlidir. Bütün bu Batı ikiyüzlülüğünün, çifte standardının gerekçesi nedir: İslâmî terör.. Gerekçe doğru değildir. Ama niyetleri gerçeği, doğruyu aramak değildir ki.. O gerekçe gerisinde, diktatörlerle beraber, İslâm ülkelerinin zenginliklerini soyma, halkın kaynaklarını yağma etme vardır. Diktatörler, yanılır kendi halklarına yönelirse, “Çakalları” hazırdır. Yani suikastçılar, ellerinin altında yetiştirilmiş, darbe güçleri bulunmaktadır.

 

Tahminlerine göre halk; başsız bırakıldığından, eninde sonunda yine onların gizlice tayin edeceği yönetime baş eğecek, yine onların dediği olacaktır. Bu yönden bakıldığında yirminci ve yirmi birinci yüzyıl, insanlık tarihine aşağılık bir dönem, insan istismarının en adisinin yapıldığı bir çağ olarak geçecektir. İnsan haklarının sadece batılılara verildiği, Müslüman toplumların kendi içlerinden çıkartılan acımasız mahlûklara ezdirildiği çağ.. Medeni batı, diktatörler aracılığı ile toplum ezmeye; kendini yakan insanlar, iş, ekmek, huzur, güven arayanlar oldukça çok devam edemeyecektir. Çünkü hangi kimlik ve medeniyetten olursa olsun, insanın doğasında güven, geçimlik, huzur arama vardır. Ve aradıklarını bulmak için çaba sarf edecektir. Bazen yolları; yanmadan, kurşunlanmadan, hapishaneden, ölümden geçse de insanoğlunun yürüyüşü, devam edecektir. Zira aşağılık bir şekilde ölmektense, haysiyetli sonun özlendiği bir yerde, emperyalist güçlerin koruyup kolladığı diktatörlerin, uzun vadede yapabilecekleri bir şey olmasa gerektir.

 

İnsanlık tarihinin, en büyük tarih filozofu İbn Haldun’un bir zamanlar mekân tuttuğu Tunus’un, Barbaros’un eliyle yüz bin Endülüslü Müslüman’a sığınak olan Tunus’un, İslâm Birliğine gönül veren âlim Salih et-Tunusî’nin memleketi Tunus’un, sömürgeci ve sömürgeci çömezlerinden başını kurtaracağı, insanî erdemi kendi medeniyet değerlerinde bularak yükselişe geçeceği günler, belki bu tür “karanlığın rahminden doğuş” sancıları ile gelecektir. Evet pankartlarda ilan edildiği gibi, “oyun bitmiştir” (Game Over).. Batının, yerli diktatörleri artık yeterli gelmemektedir, yeni dümenler çevirmeleri gerekmektedir. İşin özünde, Batı Medeniyetinin, tükenişi, iflası bulunmaktadır. Batının, insanlığa vereceği bir erdem yoktur. Baştan bu yana öyledir. Ama nedense Batıya karşı savaşanlar, cellâtlarının hayranı kesilmişlerdir. Artık, alternatif medeniyetin diriltilme zamanıdır. Buna, ABD’si Avrupa ülkeleri ile Batının da ihtiyacı vardır.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar