Tarihçilerden 'Muhteşem Yüzyıl' yorumu

Tarihçilerden 'Muhteşem Yüzyıl' yorumu

Tarihçi Prof. Dr. Mehmet İpçioğlu ve Doç. Dr. Caner Arabacı, Kanuni Sultan Süleymanın hayatını konu alan 'Muhteşem Yüzyıl' dizisini masaya yatırdı

İki tarihçiyle, batılıların ‘Muhteşem’ bizim ‘Kanuni’ dediğimiz cihan hükümdarı Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan ile olan muhabbetini ve bu muhabbetin hangi yönde tecelli ettiğini konuştuk. Prof. Dr. Mehmet İpçioğlu ve Doç. Dr. Caner Arabacı, Sofya, Niş, Belgrad, Temeşvar, Petrovar, Peşte, Budin, Tata, Şikloş, İstolni Belgrad, Estergon, derken gün gelmiş Viyana kapılarına dayanan Sultan Süleyman’ın Hürrem’de bulduğu sükûneti nezaketli bir aşk olarak değerlendiriyor.

 

 

 

 

 

 

-Sultan Süleyman’a Kanuni ve Muhteşem denilmesinin sebeplerini açıklar mısınız?

Doç. Dr. Caner Arabacı: Batılı bakış açısında şekle, görünen yüze odaklanma biraz fazladır. Onun derununu anlama, ruhi yapısını kavrama yerine, görünen yüzüne odaklanıyorlar. Doğu da ise durum böyle değil; görünen yüzün pek de önemi yok aslında. Onun için Sultan Süleyman’a yaptığı hizmetlere bakarak Anadolu topraklarında Kanuni denir. Batıda ise devletin ve devrin ihtişamı da göz önüne alınarak ‘Muhteşem’ denmiştir. Zaten muhteşem kavramı da batıya aittir. Bizde deruna odaklanılır. Bu yüzden toplum için yaptığı hizmetler öne alınır. Doğru olan, kalıcı olan budur. Batıdaki bakış açısı binalardaki muhteşemliğe bakar ama o binaların ruhuna bakmaz. Mimar Sinan’ın eserlerindeki zerafeti bir batılının ihtişamlı binalarıyla kıyaslamaya bile kalkmayız biz.  

-Muhteşem Yüzyıl dizisinin ismi de sizin söylediğiniz batılı bakış açısını yansıtıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Doç. Dr. Caner Arabacı: Evet, isim de onu andırıyor. Batılı, oryantalist bakış açısı buradan başlıyor. Onlara göre muhteşem olan şey maddi kanıtlar gerektiriyor ve bu kanıtlar Sultan Süleyman döneminde bir hayli mevcut… Bu isim yerine başka isimler de konulabilirdi. Tabi, ‘muhteşem’ ifadesine takmış değiliz, ortaya konulan eseri kritik ederken, bu söylediklerimizin de bir anlamı oluyor. Filmin yapımcılarının bakış açısına saygı duyarız. Ancak, saygımız doğru bildiklerimizi söylemekten de bizi ayrı kılmaz. İsterdik ki içimizden olan bu yapımcılar hadiseye yerli bakış açısı ile bakabilselerdi. Türkiye dizi yayıncılığında, dizi film hazırlamada dünya çapında bir güç yakaladı. Orta Doğuda, Balkanlarda, Türkistan’da, diğer işlerini bırakıp dizilerimizi izleyen ciddi bir kitle var. Yakalanan bu ‘muhteşem’ güç heba edilmemelidir. Diziler vasıtası ile yayılan kültürün alıcısı var, hatta büyük bir kitle var. İnsani erdemler, kültürümüz pek tabidir ki dizi filmlerin içerisine sığdırılabilir. Bu sayede coğrafi bütünleşme sağlanabilir. Bu bütünleşme ekonomik anlamda da büyük katkı sağlayacaktır. Bu dizilerde batı zihniyeti değil, bizim kültürümüz anlatılmalı. Tabi bu da kaba propaganda yapılmadan sağlanmalıdır.

-Muhteşem Yüzyıl filmine olan itirazlar, büyük bir aşka olan itirazlar olarak değerlendirilebilir mi? Yani, Kanuni ile Hürrem büyük bir aşk yaşamamışlar mıdır?

-Prof. Dr. Mehmet İpçioğlu: Bu şu olayla anlatmaya çalışayım: 1988’de Buckingham Sarayı’nda başta Kraliyet ailesinin fertleri olmak üzere İngiltere’nin seçkinleri Kanuni Sultan Süleyman Sergisi'nin açılışı için toplanmış, dönemin Başbakanı rahmetli Turgut Özal'ın eşi Semra Özal açış konuşmasını yapıyor. Semra Hanım sular seller gibi konuştuğu İngilizcesiyle (!) konuşmaya başlayınca güzeller güzeli Lady Diana’nın yüzünde ince bir tebessüm beliriyor. Çünkü âlemin magnificent, yani muhteşem namıyla andığı Sultan Süleyman Hanı biz Kânuni diye adlandırırız ya, Kanuni’yi İngilizceye çeviren lüzumsuz, çok bilmiş hariciyecilerimiz bunun Türk aksanında bir telaffuz kazasına yol açacağını hesap edemeyince olanlar oluyor… Semra Özal, Low maker (kanun yapıcı) diyeceğine Love maker (aşk yapıcı) diyor ve hâzırûn gülmemek için kendini zorlarken, Lady Diana kendini tutamıyor ve gülümsüyor. Yalan da değil hani…

Süleyman’la Hürrem, insanlık tarihinin ender gördüğü bir aşkın mimarı değil midir?

Ve ömrünü Birmingham sarayının soğuk teşrifat düzeneği içinde heba etmek zorunda kalmış olan zamanımızın bahtsız Hürrem’i Lady Diana bu dillere destan aşka gıpta etmemiş midir?

Diğer yandan Semra hanım lowmaker diyeceğine lovemaker diyerek yaptığı sansasyonel bir hatayla, bir gerçeği de vurgulamış oluyor mu aslında… Nedir bu gerçek? Her Süleyman’ın içinde yanan bir Hürrem ateşi, her Hürrem’in içinde de çağıldayan bir Süleyman tutkusu vardır.

Hürrem Süleyman’a Süleyman da Hürrem’e Tanrı’dan bir armağandır. Âleme haram olan Hürrem’in, Süleyman’a harem olması işte bu sırdandır. Bu sırdandır ki Hürrem, Süleyman’ın ritmini arayan kalbine mukâbil bir kalp sunmuş…

-Peki bu aşk, Sultan Süleyman’ı hareme müptela mı kılmıştır? Ömrü Hürrem’in koynunda mı geçmiştir?

-Prof. Dr. Mehmet İpçioğlu: Olur mu? Sultan Süleyman o ritimle dağları taşları aşmış…

Sofya, Niş, Belgrad, Temeşvar, Petrovar, Peşte, Budin, Tata, Şikloş, İstolni Belgrad, Estergon, derken gün gelmiş Viyana kapılarına dayanmış. Balkanları çepeçevre kuşatan Karpatların başından esen yel gibi bulutları silip gitmiş… Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve dahi Dalmaçya topraklarında sefere eşen yiğitlerin başında aslanlar gibi kükremiş… Dedesi efsane Sultan Fatih’in bile alamadığı Belgrad’ı ele geçirmiş… İnsan gücüyle ele geçirilemez denilen Rodos’u kuşatmış, daha saltanatının ikinci yılında şövalyelerin elinde bulunan bu muhkem kaleyi ele geçirerek Akdeniz’in bir Türk gölü olmasının yolunu açmış. Dahası… Mohaç Ovası’nda sel gibi yağan küffar-ı hakisarın üzerine şimşek gibi atılan aslanları iki saat içinde Macarların mağrur kralı Layoş’u süvarileriyle birlikte cehennemin dibine yollamış... Dönmüş… Babası Selim’den yarım kalan işleri halletmiş, Mısır’da mali reform yapmış, Suriye’nin iç işlerini düzene sokmuş, Orta Doğu’da hakimiyetini perçinlemiş… Doğu’da şah fitnesini söndürmüş, Tahmasb’ı susturmuş. Osmanlı sillesini yiyen bir daha karşısına çıkamaz olmuş…

-Caner Hocam, biraz önce filmlerle kültür aşılamaktan bahsediyordunuz, bunu biraz açsak…

Doç. Dr. Caner Arabacı: Biliyorsunuz Hollywood, Amerika’dan önce diğer ülkelere ABD kültürünü götürüyor. Girdiği yerlere Amerika’nın yenilmezliğini aşılamaya çalışıyor. Dünya herhangi bir tehdit altında kalsa, bu filmlere göre kurtarıcı tek güç vardır:  Amerika. Bu yüzden ABD’li yöneticiler başta Pentagon olmak üzere, istihbarat elemanları, CIA ajanları senaristlerle, yapımcılarla konuşuyor ve işlerine gelen yapımlara maddi destek sağlıyorlar. Fiilen siparişlerde bulunuyor ki Amerika’nın kültürü, değerleri bir virüs gibi dünyaya yayılsın,  Amerika’nın hükümranlığı her alanda devam etsin. Bu yüzden Hollywood, Amerika’nın birinci ordusu durumundadır. Coni’lerin önünde Amerika’nın birinci kültür ordusudur sinema. İşte bu yüzden Türkiye’nin yakaladığı dünya çapındaki izlenme oranı heba edilmemelidir diyoruz. Diziler aracılığı ile kültürümüz telkin edinmelidir. Nasıl ki onlar kendi kültürünü dayatıyorsa biz de kendi kültürümüzü telkin etmeliyiz. Onlar bunu yapıyor da biz köle miyiz ki bunu yapmayalım? Bu telkinler ile coğrafi bütünleşmeyi sağlayabiliriz.  Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere, Genelkurmay, Emniyet gibi birimlerimiz senaristlerle, yönetmenlerle iyi ilişkiler kurmalılar. Dizilerde sahnelerin gerçeği aratmaması için bu sektöre kaynaklar aktarılmalı. Sinemanın da bir politikası olmalı…

-Diziye dönecek olursak… Kanuni Sultan Süleyman’ın yatak odasından başlanıyor muhteşem bir yüzyılın anlatımına… Bu konuda neler söylersiniz?

Doç. Dr. Caner Arabacı: Hatasıyla, sevabıyla Kanunî’yi öğrenmek seyircinin elbette hakkı. Tarih ortak köken... Tarihe mal olan şahsiyetler de öyle. Onları, senarist ve yönetmenlerin tek başlarına farklılaştırma hakları yok. Tepkileri bu açıdan normal görmek gerek. Hâlbuki geçmişte Osmanlı’nın kuruluşunu, Dördüncü Murad’ı ele alan diziler yayınlanmıştı. Eksiklerine rağmen daha ileri idiler. Onlardan onlarca yıl sonra, ruh iklimi oryantalist bir bulantının ürünü olan tarihi dizinin yayına konması garip. Kanunî’nin ününün yirmi birinci asırda istismarı, onun sırtından geçimlik elde etme gibi bir tavır… Harem hayatı sarayla sınırlı, saraya ait bir hayat değildir. Türk toplumunda var olan bir hayattır. Köylerdeki odalarda bu şekilde bölümler vardır. Buralarda misafirlerin ağırlanabileceği, yemeklerin yenilebileceği yerlerdir. Bu açıdan da köy odaları haremliğe örnektir. Bu anlamda düşünüldüğünde erkeklerin bulunduğu bir bölüm var. Kadınların, çocukların yaşadığı, rahat ettiği, rahat kıyafetler giydiği bölümler var. Bunu sadece saraya ait görmemek gerekiyor. Sarayda bunun büyüğü, daha organize olmuş hali var tabii ki. Dışarıdan bunu fuhuş yuvası gibi algılamak bizim kendi ayıbımız. Kendi kültürümüzü tanımıyoruz. Harem, acemi kızların yetiştiği, devlete bayan görevlilerinin yetiştiği bir organizasyon. Bu yönüyle düşünüldüğünde bir genelev gibi, bir fuhuş yuvası gibi göstermek hareme giremeyen batılıların uydurduğu bir şeydir.

-Peki cariye konusuna ne diyeceksiniz?

Doç. Dr. Caner Arabacı: Cariye, kadın köle demektir. Sahibinin emrindedir, kölelik anlayışı itibari ile. Yalnız İslam köleye aile fertleri gibi bakmayı ve en kısa zamanda köleyi azat etmeyi emrettiği için kölelik kaldırılmaya çalışılmış. Tabiî ki binlerce yıllardır kölelik, köle pazarları ve kölecilik vardır. Binlerce yıldır var olan bir realiteyi kaldırmak kolay değildir. Osmanlı da uteka denilen köleyi serbest bırakmayı amaçlamıştır. Sevinçli günlerde, bayramlarda köleler azat edilir. Kadın kölelerde de aynı şey geçerlidir. Kadın köle anne olduğu zaman kölelikten anneliğe yükselir. Değişik zamanlarda Osmanlı sarayına kadın köleler gelmiştir. Bunlar eğitilerek sarayda hizmet vermiştir. Cinsel motivasyon olarak görülmemiştir. Hatta değişik zamanlarda özellikle haremin lideri durumunda olan padişahın annesi Valide Sultan tarafından, devlet görevlilerine nikâhlanmıştır. Devlet içinde vazife alan, başarılar gösteren devlet adamlarına nikâhlanarak saray dışında ev, yuva kurmaları sağlanmıştır. Bu yüzden harem padişahın cinsel isteklerinin giderildiği yer değil, eğitim yuvası, saray işlerinin görüldüğü yerlerdir. Aynı zamanda padişahın evinin, hareminin bulunduğu yerlerdir. Hatta daha ileri gidilerse I. Ahmet’ten sonra padişahların yetiştiği yerlerdir. Bu yüzden haremi genelev gibi görmek yanlıştır. Hanedana mensup erkek ve kız çocuklarının yetiştiği, eğitildiği, din ve kültür eğitimlerinin verildiği yerler buralar. I. Ahmet’ten sonraki dönem özellikle Ekber ve Erşed sisteminin uygulanması kabul edildiği için sancaklara şehzade çıkarılmıyor. Şehzadeler burada yetiştiriyor, sonra da devletin başına geçiyordu. I. Ahmet’ten sonra kardeş katli kaldırılıyor. Peki, bu kardeşler neler yapıyor? Vahdettin 57 yaşında padişah oldu. Öldürülmeyen kardeşler bu haremlerde yetişiyor. Harem aile mahremiyetinin olduğu, eğitimlerin verildiği yerlerdir. Bunu böyle anlamak gerekiyor.  

-Hocam, Süleyman ve Hürrem arasındaki muhabbetti hikaye tadında anlatıyorsunuz. Sizden dinleyince çirkin bir sahne canlanmıyor gözümüzde…

-Prof. Dr. Mehmet İpçioğlu: Bunca tarihçi, Hürrem’in ne denli yüksek bir ahlaki seciyeye sahip olduğunu bildiği halde susmuşlar ve onu bir cadı avının baş aktörü haline getirmişler…

Nedeni gayet basit… Süleyman’dan sonra tahta çıkan Sultan Selim’in babasının karizmasından yoksun olması… Ama kaderin bunda payı yok mu? Ya Şehzade Mehmet ölmeseydi? Ya Şehzade Bayezid isyan etmeseydi? Onlar da Hürrem’in çocukları değil miydi? Vay efendim neymiş… Sultan Süleyman Mahidevran’dan olma en büyük oğlu şehzade Mustafa’yı Hürrem’den etkilenerek öldürtmüş… Böyle olunca da koca cihanın mülkü Sarı Selim’e kalmış… Bir papazın kızı olduğu söylenen Hürrem Sultan da böylece hem İslam aleminden hem de Türk milletinden intikam almış. Buna kargalar bile güler… Yapmayın efendiler… Tarihe bu denli şövenist bir bakış açısıyla bakarsanız ortada ne Osmanlı kalır, ne cihan hakimiyeti mefkuresi…

Ortada büyük bir aşk var.

- Ve bu aşkın kıskançlığı ile atılan bir sürü iftira…

-Prof. Dr. Mehmet İpçioğlu: Çünkü biz aşk denildiğinde hep acılı sonlara alışmışız…

Şirin’e kavuşamayan Ferhat’ların, Leyla’nın aşkından aklını yitiren mecnunların hikayeleri ile büyümüşüz… Anneliğin kutsanıp dişiliğin ayıplandığı törelerle büyütülen genç kızların çocuklarını bile sevemediği bir toplumda kocasına aşkını sunması beklenebilir mi?

Böyle olunca da; elbette gözü dışarıda kalan kara yağız Süleymanların yüreğine lacivert gözlü, selvi boylu, ay bakışlı bir Hürrem ateşi düşecek… Kırk altı yıl gibi yarım asırlık bir sürede tam yirmi altı yılını at üstünde seferlerde geçiren cihan imparatorunun kâh doğuya kâh batıya uzayıp giden seferlerin molalarında Hürrem’inden aldığı mektuplarla bulduğu tesellileri kıskanacak…

Ah keşke diyecek… Bir gün ben de uzun bir yolculuğa çıktığımda eşimden gelen kahır mesajları yerine şöyle bir mesaj alsam: Ey Sabâ Sultânuma zâr u perîşân diyesin / Gül yüzünsüz işi bülbül gibi efgân diyesin

Ve ben de ona şöyle yazabilsem:

Nâmeler gelse kaçan İstanbul-ı âbâdan / Bûy-ı zülfini seher-geh aluram Bağdad’dan.

 -Dizide Kanuni Sultan Süleyman’ın Osmanlı Sultanı ihtişamını yansıtmadığı da çok tartışılıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Doç. Dr. Caner Arabacı: Muhteşem Yüzyıl dizisinin bir bölümünü seyrettik. Buna göre yorum yapmak lazım. Mevcut duruma göre iyi çalışmışlar. Kıyafetler, zenginlik olarak iyi bir yapım ama ruh yok. Kalıp var, gösteriş var, muhteşemlik gözüküyor ancak onun içini dolduracak, ruhunu yansıtacak anlam ve mana yok. Saraydaki konuşmalar yok. Nezaket, ağırlık, incelik gözükmüyor. Sokak ağzına yakın konuşmalar var. Dünya çapında bir devlet, Kanuni zamanında Kıta Avrupa’sının iki katı bir ülke başkanının üslubu, nezaketi, konuşmasının ağırlığı, hatta kendine has ihtişamı vardır. Bu ihtişam yürümeye, yazmaya yansır. Siz böyle bir insana sokak ağzıyla bir konuşma, argo konuşma yaptıramazsanız. 4 yaşından itibaren eğitim alan bir insanı sokak insanı gibi gösteremezsiniz.

-Dizide tarihi yanlışlıkların olduğu belirtiliyor. Bu iddialar doğru mu?

Doç. Dr. Caner Arabacı: Dizide Hürrem Sultan ilgi odağı…  Seyrettiğim ilk bölümde ‘Sülümaan’ diye bağırıyor. Kanuni bu çağrı üzerine dönüp bakıyor. Yanına varınca da bayılma numarası çekiyor ve padişahın kucağına düşüyor. Burada Kanuni Hürrem ile tanışıyor. İlk yanlış burada başlıyor… Çünkü filmi bir kenara bırakıp kaynaklara bakarsanız farklı bir sahneyle karşılaşıyorsunuz. Kanuni Kırım’da valilik yapmıştır ve Hürrem ile burada tanışmıştır. Bunun için dizi tarihi bilgi yönünden eleştiriye açık bir yapıya sahip. Özellikle bakış açısı beni ilgilendiriyor. Tarihi bilgilerle ilgili yanlışlıklar olabilir, düzeltilebilir, eleştirilebilir ama asıl bizi ilgilendirmesi gereken bu değil. Bizi ilgilendiren, üzen nokta tarihe bakış açısıdır. Bakış açısı oryantalist, dışarıdan bakış açısı hâkim. Bu kadar ciddi bir hazırlık yapan insanların bakış açıları daha bizden olabilirdi. Bu durum işi kökten bozuyor. Mesela Kanuni’nin yaşı da bu şekilde, 20’li yaşlarda bir delikanlıyı 40 küsur yaşlarında birisi canlandırıyor. Ama filmin asıl ayıplı tarafı dediğim gibi bakış açısı…  Tarih şuurumuza hizmet etmesini isterdik. Bu diziler biraz öncede bahsettiğim gibi yurt dışına da gidecek. Bu yüzden tarihimizi yabancılar bu diziler aracılığı ile yanlış bir şekilde öğrenecek.

-Dizide Kanuni Sultan Süleyman birçok cariye ile birlikte oluyor. Koca Sultan, nahoş bir iş yapmış olabilir mi? Bugünkü bakış açısıyla zamanı değerlendirmek sizce doğru mu?

Doç. Dr. Caner Arabacı: Mesela… Hz. Ali’nin Peygamber kızı bir eşi var, biliyorsunuz. Hz. Ali’nin eşinden ayrı olarak 17 tane cariyesi olduğunu da biliyoruz.  İslam’a göre bir erkek bir kişi ile evlenir. Ama gerekli durumlarda 4’e kadar müsaade edilmiştir. Bununla ilgili olarak, çok değişik yorumlar var. İslam tek eşliliği tavsiye etmekle birlikte gerektiğinde ruhsat da vermiştir. Irak örneğini ele alabiliriz. Irak’ta erkek nüfus büyük oranda kırıldı. Kadın nüfusa bakacak, kol kanat gerecek erkek sayısı bir hayli azaldı. İslam’ın ruhsatı burada pek tabi kullanılabilir.  Cariye konusu ise apayrı… O,  kadın köledir. Köle olduğu için sınır konulmaz. Köleliğin devam ettiği ortamı önümüze koymamız ve bunu o ortamın tabiatında düşünmek lazım. Köleye de kendi çocuğunuz gibi giydirmek, yedirmek zorundasınız. Onları kendi aile fertlerinizden ayırmamanız gerekir. Kadın köle göz önünde bulundurulduğunda kadın, anne olduğunda kadın efendi olur. Bu durum Osmanlı’da devam etmiştir. İslam Fıkhı’nda dini evlilik hür insanlar için geçerlidir. Köle için böyle bir şey gerekmez. Dolayısıyla padişahların bahse konu ilişkilerinde nahoş bir durum yok.

 

M.Ali Köseoğlu Memleket Dergi