Sıdk ve sıddîk

Çocukluğumuzda bize öğretilen din bilgilerinden biri de, peygamberlerin özellikleri miydi? Bunları asıl terimleriyle ve sırasıyla mı öğrenmiştik? Bu sıralama, aynı zamanda bir önem sırasını da yansıtır mıydı?

Peygamberlerin ortak özelliklerini, çocukluğumda bana öğretildiği biçimiyle ve birden hatırlayamıyorum. Bunun için belleğimi yoklamam ve âdeta zorlamam gerekiyor:

Sıdk: Doğruluk

Emânet: Güvenilirlik

Fetânet: Akıl ve zekâ sağlamlığı

İsmet: Günah işlememe, masumluk

Tebliğ: Allah’tan aldığı vahyi insanlara ulaştırma

Bu kadar mıydı? Erkek olmak, ayrıca anılması gerekmeyen âdeta doğal bir özellik olduğu için mi burada yer almıyordu?

Bir peygamberlerin ilk vasıflarının doğru sözlülük oluşu, Allah’ın vahyine mazhar olup bunu insanlara ulaştıran kimselerin kendi toplumları içinde “yalan”dan uzak oluşlarıyla tanınmaları, tek başına bu özellik bile, “küfür” ve “inkâr” denen olgunun şeytanca bir “sapkınlık” olduğunu göstermeye yetmez mi? Yeter de artar bile. Fakat, insan oğlu, bu beş özelliğin anlamını, değerini, yüceliğini takdir edip onlara sarılmak yerine, olağan dışı kanıtlar aramaktan, “mucizeler” istemekten geri durmamıştır. Kulları arasından elçiler seçen, onlar aracılığıyla vahyini ileten Allah, bazen kendiliğinden, bazen insanların veya elçilerin isteklerini karşılamak üzere mucizeler de yaratmıştır. Ama aklı âciz bırakan bu mucizeler bile, çoğu kez, inkâr perdesini yırtmaya, küfür örtüsünü kaldırmaya yetmemiştir. İnkârcı kâfirler, apaçık mucizeye “sihir”, “şiir” gibi adlar vererek; yıllarca doğruluğuna, güvenilirliğine, zekâsına, temizliğine tanık oldukları tebliğcileri yalanlayabilmişlerdir.

Allah’ın son elçisine lûtfedilen miraç mucizesi, insanlık tarihinin –tabir caizse- ‘manevî evrim süreci’nin doruk noktasıdır.

İsrâ denen o kutlu gece yolculuğu; gaybe imanın meyveleriyle doludur ve insanlık tarihinin ilk temellerinden son gayelerine dek nice gurbet, firkat ve hasret macerasının vuslata varacağını müjdeleyen bir yolculuktur. Bu müjdenin dünya şartları içinde eşsiz bir tezahürü olan namaz bir miraç armağanıdır.

Miraç haberim karşısında Mekkeli inkârcılar, yolculuğun yeryüzü faslına –Kudüs’e- ilişkin sorular sormuşlar ve sorularına doğru cevaplar almalarına rağmen, inatlarında ve inkârlarında ısrarcı olmuşlardır. Kırk yıl boyunca “emîn” bildikleri bir insanı, vahiy aldığını söyledikten sonra “yalancı” saymaktan utanmayan bu insanlar, Ebu Bekir’e koşup olayı haber vermişler; “Senin arkadaşın, bir gecede ta Kudüs’e gittiğini, oradan göklere çıktığını ve aynı gece yatağına döndüğünü söylüyor. Ona inanmaya devam edecek misin?” gibisinden sorular sormuşlardır. Onlar umuyorlardı ki Hazreti Ebu Bekir aklını, mantığını kullansın, verili bilginin sınırları içinde mahpus kalsın ve “Olmaz böyle şey!” desin. Ama umduklarını bulamadılar. Çünkü Hazreti Ebu Bekir, dostluğu, dürüstlüğü, güveni; akıldan, mantıktan, cârî bilgiden üstün tutacak bir duyuş sağlamlığına ve inanış selâmetine sahipti ve “O söylüyorsa doğrudur!” dedi. Bu doğrulayıcılık sayesinde “Sıddîk” vasfını kazanmış oldu. Doğrulayan da, doğrulanan da örnek alınacak insanlardı. Onları saygıyla, hayranlıkla anmak elbette güzel bir davranış ama yeterli mi? Örnek almamız, onlar gibi doğrulayıcı ve doğrulanmaya lâyık insanlar olmamız gerekmiyor mu?              

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.