"Vatanımın Annesi Türkiye'dir, başka bir şey olamaz"

Mehmedalija Mak Dizdar’ın bizi çarpan mısraları coğrafyanın, yarım asır önce bile bizlere nasıl baktığını gözler önüne seriyordu.

İ. Hakkı BİÇER

Bosna ‘bir tarih olarak bilinen coğrafya’sıyla rüya gibi bir ülke. Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul gibi şehirlerin ülkelerine çok benzer… 

Mü’mince yetişip de “Selamunaleyküm” şeklinde dillere yansıyan evrensel güzelliği doyasıya hissettiğimiz, sıcak bir tebessümle veda ederken yüzlere, “Allah’a emanet” karşılığını aldığımız insanların ülkesi...

 

Ayrılık bir kurşun gibi geldi. 4 günlük beraberliğin herkes için 4 yıl gibi geldiğini söylesem inanın abartmış olmam. Bu sıcaklık ve samimiyeti, gitmedim ama hiçbir ortak yanımızın olmadığı ne Roma’da, ne Paris’te ne de bir başka Avrupa ülkesinde görebilirsiniz. Herhangi bir vakit namazında kıyama durduğunuzda yanıbaşınızda bir Boşnak gencine omuz verdiğinizi görür mutlu olursunuz.

 

Boşnaklar Müslümanları ama Türkiyeli Müslümanları çok seviyorlar, Bize karşı özel bir sevgileri var. Berlin Anlaşmasıyla Osmanlı’nın topraklardan çekilmesi ve ardından Yugoslavya sınırlarına katılarak ‘asimilasyon’ ve ‘İslamsızlaştırma’ çalışmalarının etkilerini kısmen görsek de, miras bırakılan cevher bütün tazeliğiyle duruyor kalplerinde. Pek çok yönüyle burada gördüklerimizin Türkiye ile benzeştiğini söylemek mümkün.

 

Bundan 10 yıl kadar önce gittiğim ve bir yıla yakın bir süre bulunduğum Bulgaristan’da aynı ruh ve dinamizmi bu boyutta görmek mümkün olmamıştı. İki ülke de yoğun komünizm baskısı altında bulunmasına rağmen Bosna’nın direnişi daha sıkı ve birlik içinde olmalıydı ki, medeniyetimizin dinamikleri sarsılsa da sapasağlam ayakta kalabilmişti. Burada yapılacak güzel ve gayretli çalışmaların çok bereketli olacağından hiç kuşku yok. 

Pazar günkü Saraybosna KOMEK Sergi Töreni’nde şiir okuyarak, kardeşliğimizin sınırlarını çizen, bizlere farkında olmadığımız Osmanlı ruhunu hatırlatan Boşnak genci ne diyordu:

 

“Bosna lale, çayır, çimendir,

Hacıbey çiçeği ve ıhlamur ağacıdır,

Bunların hepsi

Benim Bosnamındır,

Bundan başka bir şekilde olamaz.

Bosna benimdir,

Tek vatanımın adıdır,

Dedemin, babamın mührüyle teyid edildi,

Vatanımın annesi ise Türkiye’dir

Bundan başka bir şekilde olamaz…”

 

Boşnak Edebiyatı’nın güçlü ve duygulu kalemi -Allah rahmet etsin- Mehmedalija Mak Dizdar’ın bu birkaç mısrası, yarım asır önce bile aramızdaki ilişkilerin koparıldığı bir zamanda bu coğrafyanın, Osmanlı torunları olan bizlere nasıl baktığını gözler önüne seriyordu.

Gördük ki, Bosna Hersekli çocuklar “Vatanımın annesi Türkiye” diyerek büyümüşler. Başşehir Saraybosna’da savaşta ölen çocuklar anısına yapılan parktaki törende şehit çocukları çiçeklerle anmıştık. 6 Nisan 1992’de, bir Boşnak bir de Hırvat kadının köprüde Sırp kurşunlarına hedef olarak öldürülmesi savaşın ilk kıvılcımı olmuş. Boşnak Suada Dilberoviç ve Hırvat Olga Susiç’in anısına ikisinin de adını alan köprüden Miljatska nehrine lilan çiçekleri bıraktık. Anma törenlerinde Boşnak ve Hırvatların sadece gözyaşları bile dünyaya verilen barış mesajı olarak yeterdi.

Hangi ülkeye ayak bastığınızda çocuklar sizi karanfillerle karşılar? Havaalanına inince bizi karşılayan çocukları şimdi daha iyi anlıyorduk. Başka söze hacet var mıydı. Sözün bittiği yer orasıydı işte… Semboller bunun için önemliydi. Yüzyıllarca sembollerin savaştığı ve artık silahsız da olsa savaşın yine semboller üzerinden sürdürüldüğü bir ülkede şekillerin, simgelerin derinliğini fark etmek hiç zor olmadı.  

Acıların törenlerle tazelendiği ülkede ‘köprüler’ ve ‘çiçekler’ dikkat çekiyor. Tarihin tabiatla iç içe olduğu şehirlerde nehirler üzerindeki köprüler dikkat çekiyor. Tabi ki köprü denince akla Mostar geliyor. Ve Mostar deyince Bosna…

Dünyanın en önemli romantik şehirlerinden olduğu şeksiz şüphesiz olan Saraybosna, çiçekler ve köprüler simgesi olmuş adeta… Bulvarları da, köprüleri de, savaş yarası taşıyan binaları da çiçekler süslüyor…

Bosna Hersek’in son sınırlarını belirleyen Dayton Anlaşması’ndan önceki bayrağında da bir çiçek olması tesadüf değil… Beyaz ‘Lilan’ çiçeği sadece Saraybosna’nın değil, Bosna Hersek’in bir çiçekler ve köprüler şehri olduğunu anlatıyor geçmişten bugüne… Dayton Anlaşması, ülkenin hilalini ve lilan çiçeğini kaldırsa da gönüllerde bu iki simge hep varolacak… Bunu herkes böyle biliyor hamdolsun…

 

Suyun ve yeşilin bir bedende buluştuğunu orada görünce Osmanlı’nın bölgeye neden bu kadar önem verdiğini daha iyi anlamıştık. Başkan Akyürek’in ülkenin tarih, düşünce, siyaset birikimi güçlü bir bölge olduğunu örneklerle ortaya koyması bunu teyid ediyordu. Osmanlı medeniyetin direklerini coğrafyaları da güzel olan münbit topraklara kurmuştu demek ki. İstanbul, Edirne, Bursa örneklerinde olduğu gibi…

 

SARAYBOSNA, HEM İÇİNİZİ ACITIR, HEM BÜYÜLER

 

Saraybosna’da, ülkenizden uzak olduğunuz halde kendinizi evinizde hissedersiniz. Boşnakların sıcaklığı, güzel ve hep canlı olmaları, Evliya Çelebi’nin de gözünden kaçmamış. O “Su ve havası güzel olduğundan halkının yüz renkleri kırmızıdır. Şehrin dört bir tarafı yayla olup hayat suları akar” der ve ahalisinin dinç, yaşını göstermeyen kişiler olduğuna dikkat çeker. Bosna halkının manevi değerlerinin üstünlüğüne de temas etmeden geçmez: “Hepsi temiz, inançlı, dürüst, kötülükten ve haramdan sakınan kimselerdir. Çarşısında para sayarken ezanı işittikleri gibi parayı meydana bırakarak dükkanlarını bile kapamadan grupça camiye giderler. Namazı kıldıktan sonra gelip ticaretlerine devam ederler.”

 

ALİYA’NIN EMANETİ GENÇLER…

 

Otele yerleştikten sonra savaşın hemen sonrasında Endonezyalılar’ın yaptığı İstiklal Camii’nde kıldığımız Cuma Namazı’nda Evliya Çelebi’nin bizzat ilişkilerine tanık olduğu ve güzel hasletlerini saymakla bitiremediği insanların torunlarıyla buluştuk. Cemaatin yarısından çoğu gençti. Hepsinin üzerinde Aliya’dan birer iz vardı. Tevazu, cesaret, inanç ve kararlılık yüzlerinden okunuyordu…

İlginçti, neredeyse bir aileden en az bir kişinin hayatını kaybettiği savaş, bu güzel insanların yüzlerine korkudan bir iz bırakmamış gibiydi… Aliya’nın mirası buydu demek ki.

 

“Saraybosna’yı yaşamaya nereden başlanır?” diye sorsanız, “bizim yaptığımız gibi yapın” derim. Gezinin ilk durağı, dünyada cennetten bir köşe gibi duran şehrin en güzel yerindeki kabristanda halktan insanlarla birlikte Aliya Aliizzetbegoviç’in kabri. Şehrin tepelerinde birçok mezarlık var. Saraybosna'nın eski mahallerinden Kovaçi'de Aliya İzzetbegoviç'in kabrinin de yeraldığı şehitlik, kırmızı güllerin arasında bembeyaz uzanıyor. Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı’nın kabri, her biri savaşta şehit düşmüş insanların arasında sade bir mezar. Başında ise bir asker eli göğsünde nöbet tutuyor, güneşe karşı. Savaştan önce çocuk parkı olduğunu öğrendiğimiz bu alanda, sade bir mezara gömülmeyi vasiyet ettiğini öğreniyor, fatihalar gönderiyoruz.

 

GÜZELLİK TAŞA TOPRAĞA, AĞACA YANSIMIŞ…

 

Aşağıya inerken Saraybosna'nın merkezinde, Başçarşı selamlar. Güvercinler ve onların çevrelediği çeşme serin suyuyla size hoş geldin der. Suyundan içenin şehre bir daha geleceğine inanılan çeşmesinden su içmeyen yok gibidir. Başçarşı, adında olduğu gibi dokusunda da Osmanlı ve Anadolu'dan izler taşır. Çarşı üzerindeki dükkanlar ve içlerinde satılan eşyalar size tanıdıktır hep. Müslüman güzelliğinin taşa, toprağa, ağaca yansımasının nadide örnekleriyle doludur Başçarşı. Gazi Hüsrev Bey Camii ve medrese medeniyetimizin eğitim, ticaret ve ibadet üçgeninden oluşan yaşam şeklini simgeler. Başçarşı’da gezerken sokak isimleri hep bizden, Kuyumcular, Bakırcılar, Çizmeciler vb. yazılışları farklı ama bizdeki gibi işte…

İlk Başçarşı turumuzda girdiğimiz bir lokanta bir zamanlar Halveti Tekkesi imiş. Begova Çorba, Dolme, bizdeki İnegöl köftenin biraz büyüğü olan Cevabi, lahana salatası, yolunuz düştüğünde tatmadan geçemeyeceğiniz lezzetler olmalı. Şunu bir kenara not edin, Gazi Hüsrev Bey Camii’nde ikindi namazı kılmadan, “Cevabi Köfte” yemeden ve Morica Han’da “Kahve” içmeden Başçarşı gezilmiş sayılmaz.

 

YARALI AMA DİMDİK BİR ŞEHİR…

 

Burada Saraybosna Belediye Başkanı Semiha Boravac ile tanışıyor heyet. Semiha hanım, Saraybosna’nın Konya’yla kardeşliğini vurgularken Konya’ya bir çağrıda bulunuyor. Bu çağrı şehitlere dua edebilmek, savaşın izlerinden ibret almak için yapılacak ziyaretlere bir sorumluluk yüklüyor. İrtibatı kesmeme sorumluluğu. Birlikte iş yapabileceğimiz gibi iş adamlarımızı yatırıma heveslendiren bir çağrıda bulunuyor, Boşnak tevazusu ve hanımefendiliğini üzerinde taşıyan Başkan… Başkan Akyürek de Konya-Saraybosna kardeşlik protokolünün, protokolün ötesine geçtiğini, bunu da sosyal, kültürel, ekonomik ilişkilerle gösterdiklerini söylüyor. Bu beraberlikler iki halkı birbirine daha çok kaynaştırıyor.

 

Başçarşıya sonra yine “Selamunaleyküm” diyecek, “Allah’a emanet”le uğurlanacağız. Aşağıya inerken sanki içine girdiğimizde yanık kitap kokusunu hissedeceğimiz Sırplarca yakılmış Milli Kütüphane’ye bakıyoruz. Yanık pencereleri kapatılmış, eski günlerini arasa da ihtişamından bir şey kaybetmemiş. Saraybosna, savaşta çok yara almış, bir çok ev ve bina mermi-bomba izleri taşıyor. Bir kısmı olduğu gibi duruyor bir kısmı da yenilenmiş ama hala izleri duruyor.

 

CUMHURBAŞKANI’NI KONYA’YA DAVET…

 

Camileri gibi kilise ve havralarıyla da adından söz ettiren bir şehir Saraybosna. Bosna Krallığından-Osmanlı’ya, Bogomillikten İslam’a dinler arası bir serüveni izlemek mümkün bu şehirde. Avusturya-Macaristan imparatorluğu döneminde yapılmış devlet binaları ve büyük kilise az önce geldiğiniz yerdeki mimariyi tersine çevirir, yolunuzun Roma’ya, Prag’a çıktığını sanırsınız. Cadde boyunca savaş sırasında toplu ölümlerin yaşandığı bazı bölgelerde zemin kan damlalarını sembolize eden kırmızı taşlarla döşeli.

Cadde sonunda ırk ve din farklarının aynı ideolojide birleşmesini simgeleyen 'Tito'nun Sonsuzluk Ateşi' hala yanıyor. 6 Nisan törenlerinde köprüden savaşta hayatını kaybedenler anısına çiçek attığımız gibi, Saraybosna’da Sırp saldırılarına hedef olan çocukları da anıyoruz. Arkasından Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı Sonsuzluk Ateşi önündeyiz. Başkan Akyürek, bir zamanlar Aliya’nın dava arkadaşı olan Cumhurbaşkanı Haris Slajdiç’i Konya’ya davet ediyor, burada…İnşallah diyor Slajdiç…

 

SARAYBOSNA’DA KONYA ESİNTİLERİ

 

Bir başka programa gidiyoruz koşarak…

Arnavut kaldırımlı yollardan inip, şehir merkezinde dolaşıyoruz. Çocuklarını gezdiren anneler, ya da okuldan kaçmış öğrenciler görüyoruz. Ara sokaklardan ilerleyince, orta yaşlıların satranç oynadıkları parka yolumuz düşerken, yanı başımızda bir grup gencin parkta gürültülü bir şekilde dinledikleri rock müziğe kulak veriyoruz.

Konya’nın düzenlediği bizim de Bosna’yı görmemize vesile olan programdayız.

Cazıyla, sevdalinka şarkılarıyla, sinema ve tiyatrolarıyla tam bir kültür-sanat şehri olan Saraybosna’da Konya esintileri yaşayacağız Boşnak dostlarla. Konya-Saraybosna KOMEK kursiyerlerinin mezuniyet töreni ile birlikte hazırladıkları serginin açılışı birbirinden güzel ezgilerin yer aldığı bir programla yapıldı. Dilini anlamasak bile ezgilerin evrensel nameleri kâh tebessüm ettirdi, kâh ağlattı… Bosna'nın acılarını, aşklarını, hüzünlerini, ayrılıklarını anlatan Sevdalinka şarkılarını bir de Ercan Uslu’nun yorumuyla dinledik. Hepimizi duygulandıran ve Saraybosna Kanton Başbakan’ını ağlatan şarkının da içinde olduğu bir albüm hazırlığı Ercan Uslu için de sürpriz oldu. Konya Kültür Daire Başkanı’nın Bosna’da Boşnakça kasetinin çıkacak olması, Konya için, Konyalı kültür dostları için gerçekten gurur verici bir olay…

Acıların yaşandığı şehirden yine tüm dünyaya dostluk ve kardeşlik çağrısı yapıldı programda. Akyürek’in Balkanlar’daki KOMEK/Kültür ve Eğitim Merkezleri’nin sayısını 4’e çıkaracakları müjdesi önemliydi. Savaştan bu yana Türkiye’nin dört bir yanında iş, eğitim vs. nedenlerle Saraybosna’ya gitmiş ve burada yerleşmiş olanların programa katılarak heyecana ortak olmaları yeni tanışmalara vesile oldu.

Saraybosna için anlatacak çok şey var. Öyle bir havası var ki Saraybosna’nın ne yazılsa eksik kalır. İnsanın içini de acıtır, güzelliğiyle de büyüler bu şehir.

Büyülü şehri yeniden yaşayacağız ama yolumuz güzelim hilal köprüsüyle sembol şehir Mostar’a düşüyor.

 

MASALSI ŞEHİR MOSTAR’DAN BOSNA’NIN İSTANBUL’U TRAVNİK’E

 

Saraybosna’yı çıkarken Haçici’den geçiyoruz. Meram Belediyesi’nin de kardeş şehir olduğu Haciçi bizdeki Meram’dan farklı çok mütevazı bir yerleşim. 60-70-80 metrekarelik evlerde yaşıyor insanlar. Aslında Saraybosna da diğer şehirler de aynı. Boşnak halkının eşyaya dahası dünya metaına verdiği önemin değerini göstermesi açısından önemli bir fotoğraf bu şehirler…

 

Meram Belediyesi’nin de kardeş Haciçi’ye bir kültür merkezi kazandırması için yer gösterilmiş. KOMEK benzeri bir MERMEK binası da Haciçi’ye yakışır ve iki şehrin dostluğunu pekiştirir. Meram Belediyesi’nin bu yöndeki talepleri boş çevirmeyeceğini umuyoruz. Haciçi’den çıkarken sanayi bölgesinde yeni yeni yatırımlar yükseldiği dikkatimizi çekiyor.

Son gün gezimize eşlik eden ve bize Haciçi’yi gezdiren Başkan Hamdo Eyuboviç, savaşın önemli komutanlarındanmış. Alija’nın yanıbaşından hiç ayrılmamış Hamdo Başkan…  Eyüboviç, Haciçi’ye sınır olan İgman dağlarının stratejik öneminden söz ederken şiddetli çarpışmalar olduğunu naklediyor, “İgman dağları düşseydi, Saraybosna düşerdi, Saraybosna düşseydi Bosna düşerdi” diyor.

Yolumuz üzerindeki Yablanitsa ise 2. Dünya savaşında Almanlar’a karşı büyük zafer kazanmış bir yerleşim merkeziymiş. “Kızıl Şehir” lakaplı bu şehirde bir Komünizm Müzesi varmış. Okula yeni başlayan çocukları komünizm bilinciyle yetişmeleri için bu müzeye getirir, burayı gezdirirlermiş, tarihi başarılarını anlatarak…

 

KONJİS’E KONYALILAR YERLEŞMİŞ

 

Yol boyunca, Konjic (konist) Atlılar şehri’ni ve irili ufaklı köyleri otobüsten selamlayarak yolumuza devam ediyoruz. Konya-Karaman’ın Osmanlı tarafından fethedilmesiyle Bulgaristan ve Bosna Hersek taraflarına yerleştirilen bölge insanının bir kısmı da rivayete göre Konjis’e gelmiş. Konya-Konjic (Konyis okunuyor) arasındaki isim benzerliği bile bölge tarihini araştırmayı gerekli kılıyor. Çünkü bu ismi onlara Osmanlılar vermiş. Şehirde Osmanlılar zamanından kalan yıkık minareli cami ve Sırplarca yıkılan, TİKA’nın onarımını üstlendiği tarihi köprü ilk göze çarpan eserlerden bir kaçı olarak hemen göze çarpıyor. Bu minarenin Sırplarca yıkılan ve defalarca televizyon ekranlarında gördüğümüz caminin minaresi olduğunu öğreniyoruz.

Yolculuğumuz boyunca Neretva nehri bizlere eşlik ediyor. Endamlı güzel bir gelin gibi Neretva… Akdeniz havasını iliklerimize kadar hissettiğimiz Mostar’a geliyoruz. Mostar’ı ilk gördüğümüzde dağın tepesine dikilmiş büyük bir haç ve şehrin minarelerini gölgede bırakması için yapılmış bir katedral ve çan kulesi dikkatimizi çekiyor. Şehrin Katolik ve Hırvat kimliğini vurgulamak için var güçleriyle bir çalışma yürütüyorlarmış Hırvatlar.

 

Her taraftan görülen haçın amacının sadece bölgede olduğuna inanılan azizlerin ruhlarına saygıyı ifade etmesi olduğuna inanmak güç gibi geldi bana. Tüm bunların provakatif amaçlı eylemler olduğunu belirtmeye gerek yok.

100 bini aşkın nüfusu ile dördüncü büyük şehri olan Mostar Neretva Nehri’nin iki yanına kurulmuş bir şehir. Şehre ismini veren Mostar Köprüsü iç savaş sırasında yıkılmıştı, hamdolsun yeniden Neretva’ya kavuşmuş. Neretva ve Mostar birbirini çok iyi tamamlıyor. Savaş sırasında etnik yapı da değişmiş. Müslümanlar Mostar'ın doğusunda, Hırvatlar batısında yaşamaya başlamış. Sırpların çoğu ise şehirden ayrılmış.

Mostar’a inmeden otobüsten şöyle bir selamlayarak önce şehrin biraz dışında kalan ziyaret yerlerimizi görmek için yolculuğumuza devam ediyoruz.

 

ESKİ BİR OSMANLI KÖYÜ, POÇİTELİ (POCİTELY)

 

Hırvatistan’a giden yol üzerinde bulunan ve Mostar’a 7–8 km mesafede bulunan bu köy tarihi dokusuyla birlikte tam bir Osmanlı Köyü. Savaştan nasibini burası da almış. Ancak savaş sonrası onarılan köy tam olmasa da o eski atmosferini hala koruyor. Kale, camii, hamam ve medrese, eski Osmanlı evleri, tamamı taş döşeli eski sokakların günümüze kadar kalmış olması burayı ziyaret eden herkesin dikkatini çekiyor.

 

Poçiteli Köyü’nü Mostar’a yolu düşen herkesin mutlaka görmesi gerekir. Vakit arasında misafir olduğumuz köyde, imam Türkiyeli misafir olduğumuzu görünce minberden Türk bayrağını eline alarak bizimle bir çok hatıra fotoğrafı çektirdi. Osmanlı sevgisini farklı tezahürleriyle görmek mümkün bu köyde.  

 

İLK DURAĞIMIZ SARI SALTUK TEKKESİ…

 

Ölümünden yüzyıllar geçmesine rağmen hala Anadolu ve Balkan Türklerinin gönlünde ve hafızasında yaşayan Sarı Saltuk’un Blagay'daki tekkesi Mostar’a yakın bir yerde bulunuyor.

İşte Blagay tekkesi… Bütün sadeliğiyle karşımızda….Türkmen dervişleri Rumeli'ye 13. yüzyılda gelmişler. Sarı Saltuk, bu dervişlerin öncülerinden. Dervişler elbette bu ülkelere savaş için değil, sevgi için geliyorlar. Bu yüzden, dervişlerin buralardaki izleri, Osmanlı fetihlerinden daha eski. Blagay'daki tekke, o dervişlerin hatırasını bugüne kadar taşıyor. Dağ büyüklüğündeki bir kayanın içinden doğan ırmağın suyu buz gibi. Blagay Tekkesi de suyun üzerinde, ırmağın doğduğu yerde, kayalara işlenmiş, kuşyuvası gibi. Mimarisiyle, beyazlığıyla, yüzük taşını andırıyor. İçinde, Sarı Saltuk'un makamı ve Sarı Saltuk dervişlerinden 'Açıkbaş' adıyla bilinen zat medfunmuş.

Blagay Tekkesi Mostar ve civarında önemli bir çekim merkezi. Bosna’daki tasavvufi geleneğin çekiciliği bugün de ülkenin dört bir yanından gelenleri cezbediyormuş. Tüm dini bayramlarda ve mübarek gecelerde civar kentlerden gelen bölge halkıyla tam bir bayram yerine dönüyormuş burası.

MASALSI BİR ŞEHİR MOSTAR

 

Mostar’a girince Koski Mehmet Paşa Camii’ni de şöyle bir selamladık.

Evliya Çelebi Seyahatname adlı eserinde Mostar’da 48 adet cami olduğunu yazmış. Bunların çoğu savaş esnasında yıkılmış/yakılmış. Savaştan sonra yaklaşık 20 cami yeniden inşa edilerek ya da restore edilerek ibadete açılmış.

Mostar Köprüsü’nü arkamıza alarak fotoğraflar çektiriyoruz…Yolu buralara düşen herkesin bir hatıra olarak getirdiği her nesnede resmi olan köprü önemli bir sembol. 1993 yılında Hırvat bombardımanı sonucu ekranlardan yıkılışına tanıklık ettiğimiz Mostar Köprüsü’ndeyiz... Köprünün kilit taşı Ağustos 2003'te yerine konulmasıyla inşası tamamlanmış. Köprüyü ziyaret edip, üzerinden Neretva Nehri’ni ve Mostar şehrini izledikten sonra, köprünün hemen inişinde bulunan kafede yorgunluk çaylarını içip yola koyuluyoruz.

Ahmet Köseoğlu’nun dediği gibi Mostar’ın ve köprüsünün yıkılmadan önceki görüntüleri, fotoğrafları, resimleri, gittiğimizde gördük ki güzelliğini anlatmada sönük kalmış.

Köprüyü ve Neretva’ya yansıyan hilal siluetini arkamızda bırakarak otobüsümüze dönüyoruz. Mostar’a veda ederken şöyle bir daha bakıyoruz şehre… Sevgili Aliya’nın Bosna’ya bakmamızı istediği şekilde bakıyoruz, yine fatihalar gönderiyoruz…

 

BOSNA’NIN İSTANBUL’U: TRAVNİK

 

Her yerden ışıl, ışıl nehirler, dereler akıyor, Bosna’da. Travnik’e girdiğinizde de şehrin içinden Plava nehri karşılıyor sizi… Her haliyle 500 yıl öncesinin şehri gibi duran Travnik tam bir Vezirler şehriymiş. Osmanlıda bir çok Vezir bu şehirden çıktığı söyleniyor. 19 vezirin türbe ve mezarları bu şehirde bulunuyormuş. Travnik'e ayrıca, Fransa ile Avusturya-Macaristan'a en yakın Osmanlı eyalet merkezi olması nedeniyle "Bosna'nın İstanbul'u" ismi de verilmiş. Bu ismin verilmesinin bir diğer nedeni de çok sayıda caminin bulunuyor oluşuymuş.. Tarihi Travnik kalesinden bir fotoğraf karesine 7 camiyi sığdırabilmek mümkün neredeyse…

 

Mezarlar arasından geçerken 15 yıl önce dünyanın bir çok ülkesinden gelen mücahidlerin kabirlerini hatırlıyoruz. Türkiye’den gelenlerin sembolleşmiş ismi Şehit Selami Yurdan da burada medfun. Gruptan ayrılıp şehidin kabrine gidemedik. Ancak onu buraya kadar getiren heyecana ortak olduğumuz günleri bir kez daha anımsadık fatihalarımızda.

Şehrin tarihi kalesine çıkıp “Rumelihisarı’ndan İstanbul’u andıran” muhteşem görüntüyle çarpıldık. Doyumsuz bir seyir oldu. Gözümüz gönlümüz ferahladı, görüntüye doyamadan aşağıya indik. Travnik’ten söz ederken ‘bir fotoğraf karesine yedi caminin minaresini sığdırmanın mümkün olduğu’nu bizler de gördük. Kaleden aşağıya inince bahçesinden ırmak akan Süleymaniye Camii’nde (Renkli Camii) bir namaz molası veriyoruz. Menzil grubuna müntesip bir imamı var. Cemal İbranoviç, sıcak sempatik bir insan, hoş geldiniz dedikten sonra sitemlerini iletmeden edemiyor. “Berlin Antlaşmasından sonra çekip gittiniz, bir daha gelmediniz, yapayalnız kaldık burada” diyor Cemal Hoca… Boşnak aksanıyla söylediği Türkçe ilahiyle kardeşliğimizin güçlendiğini hissediyoruz.

Dönüyor dolaşıyor, Saraybosna’ya geliyoruz.

Saraybosna’nın çevresindeki 5 tepeden hangisine baksanız, şehrin mağrur minarelerini, şehitlikleri kısaca tarihi görürsünüz. Biz de İgman dağı eteklerinden çıkan Bosna nehrinin şırıltısını duyduk. Göğüs göğüse çarpışmaların olduğu İgman tepelerindeki şehitlere Konya’dan götürdüğümüz selamları ilettik.

Bosna Hersek’e veda etmeden önce uğradığımız Saraybosna nehirlerinin kaynağı olan Vrelo Bosne’de, bambaşka bir dünyanın kapılarını araladık. Ortasından nehir geçen bir şehri yine solumak temennisiyle yazıyı Atıf Bedir’in şu dizeleriyle noktalıyorum:

“…Böyle çok şehirler öğrendik

ortasından hep nehirler geçerdi

düşünmezdik neden

ama artık sormuyoruz

şehirlerin ruhunu temizler, nehirler

ağıtını yakar, yasını tutar

sonra alır koynuna avutur

asıl sahibine teslim eder…”

 

Yerel Haberleri

TANITIM TOPLANTISI YAPILDI
M1 Konya AVM’de imza günleri ve Kitap Fuarı başlıyor
Bel ağrınız artıyorsa bu bilgiye kulak verin
Meram'ın Yeşil Hazinesi Kışa Hazırlanıyor
Kış Gelmeden Teslim! Hacılar'da 552 Konutluk TOKİ Projesi Hız Kesmiyor