Tahta arabalarla hız tutkusu

Öykücü dostumuz Aydın Ünal, çocukluk rüyalarımızdan birini Mostar Dergisi'nin Mart 2005 tarihli 1. sayısında yazdı: Rulman, bilye ve tahtalarla yaptığımız arabaları.

Tahta arabalarla hız tutkusu

Kendi çocukluğundan güzel hatıralarla ördüğü bu yazıyı, okurlarımızın kendi çocukluk anılarıyla karşılaştırarak zevkle okuyacaklarını umut ediyoruz.

O zamanlar "scooter", kaykay, razor, gingers, akülü araba gibi oyuncaklar yoktu. Otobüse dolmuşa, ayda bir binebilir, taksiye binmeyi sadece hayal ederdik. İki tekerlekli, üç tekerlekli bisiklet bile ulaşılamaz bir hayaldi. Olsa bile sürebileceğimiz düz bir arazi yoktu. Mahallemiz kış mevsiminde sadece birkaç haftalığına kızakla kaymak için müsait olurdu, onun dışında ise en vazgeçilmez "ulaşım" aracımız tornet (1) idi.

Babalarımızın getirdiği bilyeleri kullanarak (rulman da deniliyor) küçücük ellerimizle yaptığımız ve her biri birer sanat şaheseri olan tornetlerimizle sokak aralarını yarış pistlerine çevirirdik. Bir metre kadar uzunlukta ve 25 santim eninde bir tahtanın önce arkasına bir tahta mil takar, iki ucuna bilyeleri bağlardık. Önde ise iki takoz bulunur, ön teker bu takoza tek çiviyle tutturulmuş dönebilen mile takılırdı. Bazı modellerde arka tekerler üzerine meşinle ya da naylon terlik parçasıyla fren de yapılırdı. Bu malzemeyi bulamayanlar tornetin yanına dikey bir çubuk takıp fren olarak kullanırdı.

Zengin mahallelerinde bize özenip tornet yapanlar vardı ama bizim aldığımız zevki alamıyorlardı. Hem asfaltları vardı, hem şimdiki "scooter"lara benzeyen ve tek ayakla binilen, uzun çubuklu bir direksiyonu bulunan tornetleri vardı; ama sokakları bizim kadar şenlendiremiyor, bizim kadar numaralar yapamıyorlardı.

Tornetin yapımı da, kullanımı da ustalık isterdi ve çocuklar arasında hem prestij, hem de rekabet unsuruydu. İyi bilyelere, iyi malzemeye, süslü tornetlere sahip olmak yetmezdi; aynı zamanda torneti iyi de kullanmak gerekirdi. Tornetinizin üzerine titremeniz gerekirdi. Bilyelerin bakımı, bozulan tahta parçaların onarımı, yıpranan parçaların değiştirilmesi önemliydi. Acemilere tornet verilmez, zemin etüdü yapılmamış yerde tornete binilmezdi.

Tornet adabına harfiyyen uymak gerekirdi. Sabahın çok erken saatlerinde binmek kesinlikle yasaktı. Çok gürültü çıkar, yokuşun etrafındaki evlerden insanlar çıkıp mutlaka taşlayarak kovalarlardı. Akşam belli bir saatten sonra, özellikle babalarımız eve geldikten sonra da binilmezdi. Zaten sokak lambaları yoktu ve ay ışığı olmadığı zamanlarda akşam binmek mümkün de değildi. Bu saatler dışında her an binilebilirdi tornete. Güneşin en kızgın olduğu anlarda bile 5 yaşından 18 yaşına kadar çocuklar bıkmadan usanmadan ve asla yorulmadan saatlerce tornet sürebilirdik.

Biz diğer mahallelerin çocuklarına göre biraz daha şanslıydık. Parkurumuz çok uzundu ama aynı zamanda dikti. Yokuşun başından binip aşağı kadar iner, sonra yokuşu hiç üşenmeden hızla tekrar çıkardık. Dönüş yolunda tornet ya kucağa, ya sırta alınır, ya da arka iki tekeri üzerinde itilerek çıkılırdı.

Parkurumuz asfalt olmadığı için en büyük problem bilyelerin arasına kum kaçmasıydı. O zaman tornet ters yatırılır, kum kaçan bilyeler tek tek alıştırılarak açılırdı. Sonraları kapalı tornetler çıktı, bilyelerin üzeri metal bir korumayla kapanmıştı. Ancak bunlar "racon"a tersti. Yeterli gacırtıyı çıkarmadıkları ve toz çektikleri için çok rağbet görmezlerdi. Parkurun kenarında oturan bazı afacanlar ellerine bir avuç kum alır, önlerinden geçen tornetlerin bilyelerine atarlardı. Bazı tornetler hızlı olduklarından bu kumdan etkilenmez, bazıları ise kilitlenir, kızaklama yapardı.

Bir başka problem de bilyelerin tahta millerde sabit durmamasıydı. Yüzlerce kez kayınca tahtalar aşınır, bilyeler yerinden çıkardı. O zaman bulabilirsek çiviyle, bulamazsak tahta kamalarla bilyeleri sabitlemeye çalışırdık.

Tornetleri akşam eve park etmek de kimi zaman dert olurdu. Kömürlük varsa sorun değildi, ama balkona ya da bahçeye bırakılmazdı; çünkü ya kendisi, ya da aksesuarları çalınırdı. Evin içine koyunca da annelerimiz kızardı. Evin kullanılmayan bir köşesine dik olarak park etmek en yaygın yöntemdi. Akşam gezmelerine gittiğimizde hemen her evde, genellikle girişte park edilmiş bir tornet görürdük.

Akşama kadar tornetle uğraştığımız için elimiz yüzümüz toz içinde olurdu. Kirler terin de etkisiyle vücudumuza yapışır, ellerimizin üstü ve dirseklerimiz katmer katmer kir olurdu. O zamanlar musluktan su akmadığı için, hatta musluk olmadığı için temizlenmek de kolay değildi. Torneti park edip yorgunluğun etkisiyle hemen uyuduğumuz günler çoğunluktaydı.

Başka mahallelerin çocuklarıyla tornet turnuvaları yapılırdı. Bu turnuvalar asfaltta olurdu. Asfaltta sadece büyüklerimiz sürebilirdi, çünkü bu iş cesaret isterdi. Asfaltta tornet çok hızlı gider, arabaların yanından geçer, tornetten düşüp yaralanma riski artar, en çok da bekçiler ya da canı sıkılmış adamlar ellerinde sopayla tornetçileri kovalar, yakalarlarsa bir de döverlerdi. Asfalt uzak olduğu için tornetin taşınması da büyük dert olurdu. Akşama kadar asfaltta kaydıktan sonra o torneti eve taşımak zulüm haline gelirdi.

Tornet kaymaya mola verdiğimizde hep tornetlerimizin üzerinde otururduk. Sanki arabalarımızın ön koltuğuna oturmuş, kapıyı açmış, bir elimiz direksiyonda müzik dinler gibi oturup sohbet eder, diğer kayanları seyrederdik.

Tornet kazaları çok olurdu. Çarpışmalar genellikle yarasız beresiz atlatılırdı. Ama kayarken parmakların bilyelere sıkışması, yerle tornet arasında kalması ve düşme gibi durumlarda kanamalar olur, yıllarca silinmeyecek izler bırakırlardı. Yaralara üflenir, biraz beklenir, sonra kaymaya devam edilirdi. Yara kendi kendine kapanır, unutulurdu.

Bir de ticari tornetler vardı. Onları sadece çok büyükler sürerdi. Bu tornetler dört bilyeli ve kasalı olurdu. Öndeki iki teker kalın bir tahta milin iki ucuna bağlanır, iplerle kasanın arkasından kumanda edilirdi. Frenleri arkada olurdu. Bizim tornetlere göre çok karmaşık aletlerdi. Yapması da kullanması da zordu. Bu tornetlerle pazardan eşya taşınırdı. Salı günleri kurulan semt pazarına bizim gecekondulardan onlarca tornet sabahın erken saatlerinde akın ederdi. Sabah giderken kasada muavin oturur, akşam dönüşte tornet sahibi kasaya oturur ve muavine sürdürürdü.

Dayımın oğlu Nizami için tornet çok daha büyük bir tutkuydu. Mahallenin en iyi torneti ona aitti. Hem bakımlıydı, hem de malzemeler sağlamdı. En usta tornetçi de oydu. Hepimiz imrenerek, kıskanarak onun tornetine ve tornet sürüşüne bakardık. Her çocuğun hayalinde öyle bir tornet vardı. (Nizami Abim sonra büyüdü, önce makine teknisyeni, sonra makine mühendisi oldu. İngiltere'de master ve doktora yaptı. Doktorasını rulmanlar üzerine verdi. Bugün hem bir kurumun genel müdürü, hem de dünyanın sayılı rulman uzmanlarından biri oldu.)

Tornet deyip geçmeyin; hepimiz için bir hayat tarzıydı. İmkansızlıkların ürettiği en mucizevi oyuncaktı. Sapandan, uçurtmadan, misketten, ilik ya da kovboyculuk oynamaktan bıktığımızda, daha karmaşık işler arayışına girdiğimizde torneti icat ettik. Akülü arabadan, uzaktan kumandalı oyuncaklardan, hatta bilgisayar oyunlarından bile daha muhteşem bir buluştu tornet.

Tornet, sokaklarımızın sesiydi. Asfalt geldi, arabalar geldi, televizyon geldi, en son da bilgisayar geldi ve tornetler sustu. Biz büyümedik aslında, sokaklar küstü.

Dipnot:
(1) Fransızca'daki "trotinet"ten gelen bu kelime dilimize "tornet" olarak yerleşmiş. Trotinet, Dil Kurumu'nun sözlüğünde, "bir ayakla üzerine binilip, öbür ayakla yeri teperek yol alınan ve iki tekerleği bulunan çocuk oyuncağı" olarak tanımlanıyor. Ancak yazıdan da anlaşılacağı gibi, bizdeki tornetin yapısı biraz farklıdır.

Yerel Gündem Haberleri