Ölüm ve İlahi Takdir İlişkisi

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

 “Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize içinizden bir kısmını örtüp bürüyen bir güven, bir uyku indirdi. Bir kısmınız da kendi canlarının kaygısına düşmüştü. Allah'a karşı cahiliye zannı gibi gerçek dışı zanda bulunuyorlar; "Bu işte bizim hiçbir dahlimiz yok" diyorlardı. De ki: "Bütün iş, Allah'ındır." Onlar sana açıklayamadıklarını içlerinde saklıyorlar ve diyorlar ki: "Bu konuda bizim elimizde bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik." De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış bulunanlar mutlaka yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gideceklerdi. Allah, bunu göğüslerinizdekini denemek, kalplerinizdekini arındırmak için yaptı. Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) bilir." (Âl-i İmran 3/154).

Bu âyet Uhud savaşıyla ilgili olarak inmiştir. Müslümanlarla savaşa katılanlardan bir grup canlarının derdine düşüp kendilerinden başka bir şey düşünmüyorlardı. Bunlar, her ne kadar mümin görünüyorlarsa da gerçekte inanmamış oldukları için dini ve Hz. Peygamber (a.s)’ı  savunmak gibi bir kaygıları bulunmayan münafıklardı. Savaşa sırf ganimet almak veya fitne çıkarmak maksadıyla katılmışlar, ancak büyük bir kısmı daha savaş başlamadan münafıkların lideri Abdullah b. Übey ile birlikte geri dönüp gitmiş; gidemeyenler ise müminlerin içinde kalmışlardı. Savaşın seyri müminlerin aleyhine döndüğü için onlardan intikam alırcasına duygularını ortaya koyuyor ve cahiliye kafasıyla haksız yere Allah hakkında kötü şeyler düşünüyorlardı.

Bilindiği gibi Müslümanlar Uhud savaşında 70 şehit vermişlerdi. İşte münafıklar uhud şehitlerini istismar etmeye kalkmışlardı. Onların işi-gücü İslam toplumunda fitne çıkarmaktı.  Tam da onların arayıp da bulamadıkları bir zamandı. Münafıklar, uhud savaşını bahane ederek işi Hz. Muhammed (a.s)’ın peygamberliği hakkında tereddüt uyandıracak sözler söylemeye kadar vardırmışlardı.  Ayrıca münafıklar, uhutta düşmanla yapılan meydan savaşında kendilerinin sorumluluğu bulunmadığına, sorumluluğun meydan savaşını isteyen müminlere ve onların sözünü dinleyen Hz. Peygamber’e ait olduğuna işaret etmek istemişlerdi. Bu isteklerini de: “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” şeklinde belirtmişlerdi. Bu söz üzerine Yüce Allah “ölümle ilahi takdir arasındaki ilişkiyi” net bir şekilde ortaya koyuyordu:

De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış bulunanlar mutlaka yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gideceklerdi.” Çünkü: “Ölümü ve hayatı yaratan Allah’tır.” (Mülk 67/2).  İslam inancına göre: “Hiçbir kimse Allah’ın yazılıp bir süreye bağlanmış izni olmadan ölmez.” (Âl-i İmran 3/145) İnsan, hastalıktan, savaştan dolayı ölmez, ancak Yüce Allah’ın tayin ettiği ölüm vakti gelince  -ister evinin içinde isterse evinin dışında olsun- nasıl takdir edilmişse öylece vefat eder. Nitekim bir başka âyette de ölüm gerçeği hakkında şöyle buyrulmuştur: “Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!.” (Nisa 4/78) Bu âyetlerden anlaşıldığına göre takdir edilmiş olan ecel, ömrün sona erdiği an gerçekleşir.

Sonuç, ölüm, ecel gibi olayların kader-i mübremle ilişkisi vardır.  Bu bağlamdaki kaderi salt yazgıcılık anlamında değerlendirmemek gerekir. Hayatta en ölümcül hastalıklar bile olsa, “çıkmayan candan umut kesilmez” kavlince tedaviye devam edilmelidir. İnsan nasıl ölürse ölsün eceliyle ölür. İtikadımızda ecel bir olup Yüce Allah’ın yaratmasıyladır.  Yaşam kalitesini artırmada insanın payı vardır.  Ölümü ve hayatı yaratan Yüce Allah’tır. Takdir O’ndan, tedbirse kuldandır. 

 

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.