Mevlana'nın iklimi'nde yazan bir yazar Fatma Şeref Polat

Seyit Küçükbezirci

HACI BEKTAŞ-I VELİ İKLİMİNDE BÜYÜYEN,

MEVLANA'NIN İKLİMİ'NDE YAZAN BİR YAZAR FATMA ŞEREF POLAT

Koyunoğlu Müzesi'nde cumartesi; bir Selçukya İkindisi.. Bahaeddin Veled, oğlu Muhammed Celâleddin kitap yüklü bir kervanla Konya'ya doğru yola çıkmışlar; 742 yıl önce, yarın bekleniyorlar.. Nasiblerinin peşinden yürüyorlar; sor duraklarına doğru..

Koyunoğlu Müzesi ile Konya fikir, Sanat, Kültür Adamları Derneği'nin ortaklaşa düzenlediği "Koyunoğlu Kültür Sanat İkindileri"nde, yazar Fatma Şeref Polat'ın konferansı sunuldu.. Konu ilginçti; "Mevlana, Şems ve Konya"... Konferansçılar dinledim.. Kimse gücenmesin; çoğu birbirinin aynı, karbon kâğıdıyla çoğaltılmışlardandı; Allak eksikliğini göstermesi, temcid pilâvı gibiydi.. Oysa, Mevlâna; "Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım" diyordu; istiyordu...

Yazar Fatma Şeref Polat'ın konferansını da; "Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım"

mihengine vurarak dinledim, her cümlesini.. Yeniydi: Fikir ve Sezgi ile harmanlanmıştı.

"Aşk Güneşe Benzer" adlı Mevlâyı Şems'i, Kerra'yı, Kimya'ya, Alâaddin'i; 13. Yüzyıl Selcukya'sını konu edinen, defalarca baskı yapan, 496 sayfalık oylumlu romanını daha önceleri okumuştum; geçen ay da yeniden okudum. Okurlarının gösterdiği ilgiden de anlaşıldığı gibi, kendi konusunda, okunması gerekli bir roman.

Ama, "Aşk Güneşe Benzer'in yazarı Fatma Şeref Polat doğduğu, yaşadığı iklimler bakımından da dikkati çeken, çekmesi gereken bir yazar.. Hacıbektaşı Veli'nin dergahına yakın Köşektaş Köyü'nden Herikli Cemaati'nden bir Türkmen Kızı.. İlkokulu Nevşehir'de, öğretmen Lisesi'ni "Efsane öğretmen okulu Hasanoğlun'da okuyan bir eğitimci; Konya Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitiren bir hukukçu.

1970 doğumlu yazar Polat için; iki büyük mürşidin Veli ile Mevlâna Celâleddin'in ikliminde ömrünü yarı yarıya yaşayan nadir bayan sanatçılardan biri demek, bence yanlış olmaz...

Hani, "Can kadar yakın, Çin kadar uzak" diye bir söylem var ya; onun gibi Mevlânı ve felsefesi:.. Kime sorsanız Mevlâna'yı a'dan z'ye kadar bilir; ama, mürekkep yalamışları bile bir gazelini, bir rubaisini ezbere söyleyemez: Mesnevi'den bir hikâyeyi aslına uygun anlatamaz.. Bence Mevlâna, adı bilinmesi ve anılması açısından çok şanslı; anlaşılmış olmak bâbında çok şanssız.

Burada, şu daracık yerde, yazar Fatma Şeref Polat'ın "Mevlâna, ŞEms ve konya" konferansını size aktarmam mümkün değil; keşke sizde orada olsaydınız.. Çünkü, geçen konferans; Hacı Bektaşı Veli İklimi'nden olup Mevlâna'nın İklimi'nde yaşayan ve yazan bir yazarın konferansı olduğu için de çok nadir.. Fatma Şeref Polat'ın konferansı internete konulunca sizi haberdar edeceğim... Fatma Şeref Polat'ı Mevlâna ve Şems konusunda yeni şeyler söylediği için tebrik ederim.

*/*/*/

Hiş, hişt bahar geldi; Mayıs’tayız farkında mısınız?

 

            Sait Faik Abasıyanık, “Hişt, Hişt” adlı ünlü öyküsünde anlatır: Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.

            Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye. Budalalık! Ya yağmur yağmasaydı… Otun yeşilli mor ya denizin mavisi kırmızı olsaydı… O zaman mesele olurdu, işte…

            Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan, “Hişt” dedi.

            Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu bosunu olmamış taze deve dikenleriyle karabaşlar, erik lezzetinde bana baktılar.

            Yoluma devam ederken;

            Hişt, hişt, dedi…         

            Ben duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

            Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir “Hişt, hişt” sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…

            -Hişt, hişt!

            -Hişt, hişt!

            -Hişt, hişt!”

FARKINDA MISINIZ? SİZE DE ÇOK ŞEY “HİŞT” DİYOR

            Halil Soyuer7in elli yıldır unutamadığım bir şiiri var. İki mısraında şöyle der: “Mayıs geliyor mayıs; kalksana hastam/Yatağın bir parça boş kalıversin”

            Farkında mısınız? Size de çok “Hişt, hişt” diyor. Duyuyor musunuz?

            Arkanızdan, yanlarınızdan “Hişt, hişt” sesleri kesilmişse; “Hişt, hişt” diyen binlerce anlamlı güzellik sizden umudu kesmişse. İstediğiniz kadar “diriyim” diye cayyık cayık bağırın. “Ölü saymışlar sizi”

            Neyse. Kaldığımız yerden devam edelim.

            Güneyik, acı marul, gök soğan “Hişt” diyor. Yol kenarlarında “dede sakalları” sirkenler, taze çorbalık ısırganlar “Hişt, hişt” diyor. “Şifalı nisan yağmuru suyu” damlaları yere düşerken; toplamak için bir leğen koymadığınızı görüyor, “Hişt” diyor. Erik, badem, şeftali ağaçları bembeyaz; “telli duvaklı gelin” olmuşlar; “Hişt, hişt” diyorlar. Dağlar, akarsular, yemyeşil çayırlıklar, sizi görünce “Hişt”, “Hiişşşt” diyor.

HATIRLATARAK SİZE BİR KIYAK DAHA YAPAYIM MI?

On beş yıl önce, Meram Belediyesi güzel bir dergi çıkıyordu. Her mevsim bir sayı yayınladı.

            Derginin “Baharda Meram” nüshasında, 2000 yılı Mayıs’ında bir yazı çıkmıştı. Başlığı; “Şişt, Şişt… Bahar Geliyor, Bahar”

            Sait Faik Abası Yanık, “İstanbulluca” “Hişt, Hişt” koymuştu öyküsünün adını; ben “Konyalıca” “Şişt, Şişt” diyordum. İkisinde de Merâm aynı. “HİŞT”… “ŞİŞT”.

            O yazımızı okuyanlar, “Gulağını dıkamayanlar” tat aldılar; “Bir günün beyliği beylik” misâli keyif sürdüler. Gök eriğin, çağlanın, güneyiğin, yağlı Meram marulunun tadını “paranın tadını” tercih eden nice dostum; Üçler’de, Musalla’da. Az zaman değil ki, on iki yıl.

            Beni hiç ilgilendirmez. “Tadlara, kokulara, renklere dikkat ha!” diye onları da uyarmıştım. Niyetin neyse kaşığında o çıkar.

            Az yukarıda, unutmamaşınızdır “İnşallah”; “Size bir kıyakçılık daha yapayım mı” diye sormuştum.

            Vakit geç değil. Daha nisanın ortasındasınız. “Konya’nın bahar güzellikleri”nin binde birinden birini aklınıza getirerek “Kıyağım”ı yapıyorum.

            Okur musunuz, lütfen…

            “Güneyik, Acı marul, Dede sakalı, Yemlik; çok değil birkaç haftadır elimizin altında… “Şifa Niyetine” deyip; güneyiği, acı marulu, Yemliği tuza basa basa yemek bir ömre bedel. Bizim sevgili İstanbullu, Ankaralı, İzmirli entellerimizin “Anadolu Otları”nı yeni keşfettiklerine; “Ot yeme Keyfi”ni yeni bulduklarına bakmayın. Bizim kuşağın anaları, onların anaları, onların da on göbek eski anaları çocuklarını hep bu otlarla büyüttü… “Büyüttü de beğ etti”

            “Gök Soğanla Yumurta Devri” ha geldi, ha gelecek… Gök soğanla yumurtayı “Sefertası evinde” yerse insan, valla bir şiy ağnamaz. Gök soğanla yumurtayı, bir su kenarında, çayır çimen üzerinde, yere bağdaş kurup oturarak yemeli… Yeni sürülmekte olan bir talanın “Alan”ına oturup topraklardan buğular tüterken yemeli… Bol kırmızı biberli tuza basa basa yemeli…         

            Hele Nisan… Ona da çok kalmadı… Nisan’da Konya ova köylerinin bozkırlarında “Eğri Yavşan” diye bir ot biter. Gümüş rengi, bir karış yüksekliğinde, bozumsu yeşil bir ot. Türüm türüm kokulu… Lavantayı andırır; amma, Eğri Yavşan’ın kokusunun yanında lavantanın kokusu kaç paralık şey…

            Eğri Yavşan’a Konya köylüleri “Yumurta Boyası Otu” da der. Steplerin halkı, top yumurtayı Eğri Yavşan otuyla kaynatır. Yumurta öyle bir canım kahverengi ile boyanır ki görmek lazım… Şehrin hayından huyundan; alıvırdımından satıvırdımından kurtulan insanın, bir Nisan öğlesinde, otuz yumurtayı yiyesi gelir… Çayırbağı’nda…    

            Bahar geldi, bahar… Kendinize de zaman ayırmalısınız. Unuttuğunuz zenginlikleri, tatları, duyguları yaşamalısınız. Konya’nın tatlı baharını kaçırmamalısınız.

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.