Mevlânâ Çanakkale’de anıldı

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

Milletleri ayakta tutan ‘değerlerine’ olan bağlılık ve saygınlıktır. Bir milletin tarihi yetiştirdikleri büyük şahsiyetlerle anılır. Dolayısıyla milletimizin yetiştirdiği en büyük değer ve şahsiyetler arasında Mevlânâ Celâleddin-i Rumi gelmektedir. Onu tanımak ve dünyaya tanıtmak büyük bir insanlık hizmetidir.

Mevlânâ’nın 800.doğum yıldönümü olan 2007 Yılı, UNESCO tarafından Mevlânâ yılı ilan edilmiştir. Bu yıl bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. İşte bu nedenle, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 25-28 Mayıs 2006 tarihinde Uluslar arası Düşünce ve Sanatta Mevlânâ konulu bir sempozyum düzenledi. Bu sempozyuma Azerbeycan, İran, Pakistan, Sırbistan, Amerika, Kanada, İngiltere gibi ülkelerin yanı sıra ülkemizden birçok bilim adamı bildirileriyle katıldı. Yaklaşık 80 bilim adamı, Mevlâna’nın şahsiyeti, Mevlânâ’yı yetiştiren çevre, Mevlânâ’da kavramlar ve semboller, Mevlânâ’nın dine bakışı, Mesnevî, Mevlânâ hakkında uluslar arası çalışmalar, Mevlânâ’nın anlaşılmasına doğru, Mevlânâ’nın Batı’ya etkisi, Sanatta Mevlânâ, Mevlevihaneler gibi başlıklar altında değişik yönleriyle Mevlânâ tartışıldı. Çok yararlı ve verimli bir bilgi şöleni oldu.

Diğer taraftan sempozyum öncesi Mevlânâ 800 yaşında konulu film izletildi. Resim ve seramik sergilerinin yanında, Selçuklu Belediyesi tarafından Mevlevihaneler fotoğraf sergisi de açıldı. Gerek bu serginin açılışı ve gerekse Selçuklu Belediye Başkanı Doç. Dr. Adem Esen’in bir bildiri ile bu sempozyuma katılması büyük takdir topladı. Yine, Mevlânâ’nın tanıtımı konusunda büyük mesâi harcadıklarını bildiğimiz Selçuk Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Abdullah Öztürk ve Yrd. Doç. Dr. Nuri Şimşekler’in bu sempozyuma bildirileriyle iştirak etmiş olmaları konuklar arasında heyecanla karşılandı.  

Ben de bu sempozyuma Mevlânâ’nın Kelam’ı başlıklı bir bildiri ile katkıda bulundum. Yararlı olur ümidiyle bildirimin bir özetini değerli okuyucularımıza takdim ediyorum.

Nasıl ki jeolojik bir hâdise olan depremler acıyla birlikte yeni su ve enerji kaynaklarının ortaya çıkmasına sebep oluyorsa, insanlık tarihindeki toplumsal krizler de yeni önderlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. İşte İslam Dünyasında Moğol saldırılarının yol açtığı kriz,  büyük yol gösterici Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi ortaya çıkarmıştır. Kriz dönemlerinde yaşamış önderlerin dili biraz muğlaktır. Bunda yaşanılan zamanların özgürlük ortamlarını daraltmalarının büyük payı vardır. Ama, ‘muğlak’ bir söylemin çok rahat bir zeminin olmasına rağmen Mevlânâ, evrensel nitelikler taşıyan yeni kurtuluşçu bir teolojik dil geliştirmesini bilmiştir. 

Mevlânâ’nın yaşadığı hicrî VII. Yüzyıl, Müslümanların Moğol istilâsı gibi nedenlerden dolayı, İslam medeniyetinin geleceğinden ümitlerini kestikleri bir zaman dilimidir. Dünyevî iktidarlarını kaybeden Müslümanlar,  manevi dünyanın iktidarına yönelmişlerdir. Cebriyeci bakış açısı, onların hem tasavvufi ve hem de kelâmî düşüncelerini etkilemiştir. Mu’tezili ve Eş’arî düşünce ise, Müslümanların kalplerini birleştirmekten uzak bir yapı kazanmıştır. İşte Mevlânâ, İslam toplumlarını kuşatan Cebriye gibi insanın irade özgürlüğünü kabul etmeyen zihniyetlere karşı, yenilikçi bir düşünce oluşturmanın temellerini atmıştır. Bu alanda işe,  ruhen ve fikren dinamik bir insan tasavvuruyla başlamıştır. O,  Kelam geleneğimizi yeniden gözden geçirme gereği duymuş, salt tenkitçilikten öte, inşâcı bir yöntem izlemiştir. Onun gerek Mu’tezile, gerek Cebriye ve gerek Fahreddîn Râzî’nin şahsında Eş’arîliğe yönelttiği eleştirilerden bunu anlıyoruz.

İnsan; akıl, kalp ve duygu yönü olan bir varlıktır. İnsanî sorunların çözümünde bu yönler dikkate alınmalıdır. Bunlardan birisi eksik olduğu zaman, düşüncede Mevlânâ’nın ‘tek kanatlı kuş’ dediği denge sapması meydana gelir. O, bu sapmayı, verdiği ‘üzüm’ örneğiyle çok güzel ortaya koymuştur. O halde akla dayalı çıkarımların yanında, kalbi muhatap alan ve keşfedici motivasyonları içeren bir ‘kelam’ yapılmalıdır. İşte Mevlânâ’nın kelamı “gönül ve mantık” bağının birlikte kurulduğu bir yapıdır. O, kalbin taleplerine cevap veren bir kelamdan yanadır. Mütekellimler epistemolojilerinin başına akıl ve rey’i koyarken, Mevlânâ ise, keşif ve ilhâma dayanan dini aklı koymuştur. Esasında Mevlânâ, Yunan akılcılığı, hermetizm ve gnostisizmden beslenen ‘Kelam ve Felsefe’ye karşı, dini düşünceyi Kur’an akılcılığıyla temellendirmek istemiştir. Eğer olgu ve düşünce ilişkisinden hareket edersek, Fahreddîn Râzî ve mütekellimlerin nassı yorumlamada rey ve felsefî kıyası öne çıkarmalarının altında Bâtınî akımların bozuk yorumlarına engel olma niyeti taşıdıklarını görebiliriz. Bu açıdan mütekellimlerin yöntemine bakıldığında haklı bir tavır sergiledikleri ortaya çıkar. Aslında mütekellimler ve Mevlânâ arasında geçen tartışmanın temelinde, yöntem farklılığı sorunu yatmaktadır. Mevlânâ’nın yöntemi, “beyânı, irfân üzerine binâ etmek”; mütekellimlerin yöntemi ise, “beyânı, burhân üzerine binâ etmek”tir.

Netice olarak söylemek gerekirse, Mevlânâ, itikât alanında Mâtürîdî bir çizgiye sahiptir. İnsanın eylemleri konusunda,  Allah hâlık/yaratıcı, insan kâsib’ görüşüne bağlıdır. Bu sebeple, ‘eylemleri’ meydana getirmede Allah’a rağmen bir tavır takınan anlayışları eleştirmiştir.

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.