Kaybolan Kimliğimiz

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

İslamî bakış açısına göre dünyâ, insanların bir kenarında veya tepesinde saplanıp kalacakları bir mekan değil; bir güzergah geçici bir konaklama yeri gibidir. Onun için inanmış insan, ebediliği burada değil, ötede arar. Bilir ki ebediliğin arama yeri burasıdır, kendisi değil. İnsan bu konaklama yerinde, imanını çalacak her türlü tuzaklar karşısında müteyakkız bir eda ve tavır içerisinde bulunmak şartıyla, dünya nimetlerinden istifade eder ve ebedî yurda kendisini hazırlar. Bu gezegendeki yolculuğumuz, yolcu taşıyan bir gemiye benzemektedir. Ömürlerimiz kendimizle birlikte akıp gitmektedir.  Biz bu âlemde bir yolcuyuz.  Bu dünya yolculuğunda ilk durağımız beşik, son durağımız kabir, daimi duraklarımız ise; Cennet ya da Cehennem olacaktır. Bu sebeple insan ömrünün en büyük sermayesi, vakitleridir. Bu yolda insan ibnü’l-vakit (vaktin oğlu) olmalıdır. Geçen geçmiştir, gelecek konusunda bir bilgimiz yoktur. Önemli olan içinde bulunduğumuz hâl-i hâzırın gereğini yerine getirmektir. İyi bilelim ki, bir sermaye gibi olan vakitlerimizi değerlendirmede yolumuzu kesen bâtinî hastalıklar olduğu gibi zahirî hastalıklar da vardır. Evvela bir Müslümanın yapacağı işlerden birisi, farz-ı ayın olan ilimleri, yani hâlin ve anın icap ettirdiği bilgileri öğrenmektir.

İslam inancına göre, sadece bilgi elde etmek yetmiyor. Öğrendiklerimizi hayata geçirmemiz de gerekiyor. Geleneğimizde âlim; ilmiyle amil olan kimseye denir. Böyle olmayan kimsenin adı: “İslamolog”tur. Yani İslam hakkında bilgi sahibi olmuş kimse. Nitekim Batı’da İslamî ilimler alanında uzmanlaşmış, ateist, Yahudi, Hıristiyan Prof.ler vardır. Amaç, salt bilgilenmek değil, bilgiyi hayata taşımaktır. Elbette bu söz, bilginin gerersizliğine bir vize anlamı taşımamalıdır. İslam, ilim-amel ilişkisini önplanda tutar. Bunu vurgulamaktır kastımız.  Bir kimsenin amel yönü yoksa Allah sevgisi lafta kalır. İnsanda muhabbet ve ünsiyet ancak, her an Allah’la birlikte olmakla gerçekleşebilir.  Allah’la birlikte olmak demek, Allah’ın bizden istedikleri sorumlulukları yerine getirmek ve yasakladıklarından da kaçınmakla olur.  Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu sahih ve salih amelle bütünleşmiş bir Müslüman Salih insandır. Yani, görüldüğü zaman Allah akla gelen kimse. Cemiyetimiz olabildiğince kusurları asgari düzeye indirilmiş Salih insanlara ne kadar da muhtaç bugün!. Çünkü Salih insanların bulunduğu cemiyette, yerine göre dil susar, hak lisan-ı hallerle konuşmayı sürdürür. Bugün belki de İslam’ın, lafoloji Müslümanlığından daha çok,  temsil Müslümanlığına; kâl ve hâl Müslümanlığına ihtiyacımız vardır.

İki asırdır biz İslam’ı içimizde kaybettik. Kişi düştüğü yerden kalkmasını bilmelidir. O halde yapmamız gereken temsil Müslümanlığını yeniden ihyâ etmeliyiz. Elbette Müslümanın gece ve gündüzü birbiriyle irtibatlı olmalıdır. Kur’an’da manevi dünyamızın inkişâfı, iç coşkunluğumuzu artırma ve haşyetullâh duygusunu uyandırmada gündüz ibadetleri kadar gece ibadetinin önemine dikkatlerimiz çekilir: “Gerçekten gece kalkmak; nefsi emârenin denetim altına alınması ve Kur’an’ı doğru okumak için daha uygundur.” (el-Müzzemmil 73/6).

Gece ibadeti, müminin kalbini süslemekle kalmıyor, etkisi dış dünyasını/davranışlarını da süslüyor. Gece ibadet yapan insanların, yüzü nurludur.  İçlerinde İslam’ı yaşama aşkı ve şevki vardır. Yaptıkları ibadetleri coşkulu ve içten yaparlar, manevi zevk alırlar. Namazları hiç bitmesin, oruçları daim olsun isterler. Kur’an sesi duyduklarında elektriklenirler, kalpleri ürperir. Gece Kur’an vahyinden aldıklarını, gündüz hayatlarına ve toplumsal alana taşırlar. Böyle bir müslümanda “heybetü’l-İslam” kimliği gerçekleşir. Artık onun hayatında dile dayalı tebliğden ziyade, kalbe ve yaşamaya dayalı tebliğ ön plâna çıkmıştır.

Yukarıdaki âyette; “gece kıyamının çok tesirli” olduğu vurgulanıyor. Ah bunun bir farkına varsak, gündüzle-gecemizi bir bütünleştirebilsek, hayatımızda Allah’ı büyüklemek büyük bir yankı uyandıracaktır. Allah içimizden kendisinden başka tüm korkuları çekip çıkaracaktır. Bizim içimize hüznü, havfı değil; sevgi eksenli takva ve haşyetullah duygusunu dolduracaktır. Yaşadığımız yüzyılın büyük davetçilerinden birisinin dediği gibi, “eğer biz İslam’ı bedenlerimizde yaşarsak, Allah onu beldelerimizde yaşatacak”tır. Acaba biz, müstakil ve özel mülkiyetimiz olan yüzelli metre karelik toprak parçasına sahip olabildik mi? Burada aile ortamında sorumluluklarımızı yerine getirebildik mi ya da getirebiliyor muyuz? Önce bunun hesabını vermemiz gerekir. Kendimizi avutmayalım. İşte biz önce İslam’ı içimizde kaybettik. Önce biz İslami müesseselerin ruhunu yok ettik. Bugün Müslümanlar çok modern binalar yapıyorlar. Acaba işletmeciliğini de aynı oranda profesyonelce icra edebiliyorlar mı? Bugün biz, sadece yapmadıklarımızdan değil, yapma imkânımız olduğu halde yapamadıklarımızdan da sorumlu olacağız.  Öyleyse önce yapmamız gereken şey, kendi kendimizle, nefsimizle bir özeleştiri, iç muhasebe yapmaktır. Eğer biz Allah’ın bakışına mahal olan gönül dünyamızı usulüne uygun olarak tezkiye edebilirsek, rahmet yağmurları gönül toprağımıza yağacaktır.

Velhasıl, özü sağlam olanın sözü ve işi de sağlam olur.

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.