İsmail DETSELİ
Yine Çanakkale yine gezmeye, duygulanmaya doyulmayan yarımada.
Çanakkale gezisi programının tüyosunu KARMEK hocası olan kızımız Ayşe Su Gökdemir’den almıştım. Ve ilk fırsatta sayın Başkan’a bu geziye beni de almasını birkaç kez gezmiş olmama rağmen o yarım adanın hazzını orada yaşanan duygusallığını bir türlü içimden atamadığımı söyleyince Başkan bey sağ olsun hemen kaydını yaptır İsmail Bey deyiverdi. İşte o an dünyalar benim oluvermişti.
ÇANAKKALE’Yİ NASIL GEZECEĞİZ?
Ve zaman akıp geçti gün geldi 11 Mayıs sabahı erkenden 6 güzel otobüsle sabahın saat 7’sinde yola çıktık… Konya’dan şöyle basın gözü ile araştırdım beni tanıyan kimse yoktu. Bu camiada ben de pek kimseyi tanımıyordum ama kalp kalbe karşıdır sözü burada kendini buldu, Karatay Basın Bürosu’ndan genç kardeşimiz güleç insan Ahmet Şenyiğit ve diğer belediye basın mensupları basıncılığın verdiği sıcaklıkla çabuk kaynaşıverdik. Bu geziye kimler gidiyordu. Yolcu kardeşlerimizin hepsi de bayandı. AKP Konya İl Kadın Kolları’ndan 10 kadar hanım kardeşimiz AKP Karatay Kadın Kolları Başkanı Gülsüm Özel ve 10 kadar kadın kolları üyesi yine bayanlı beyli 10-12 kadar belediye personeli diğerleri ise 230’dan fazla Karmek üyesi kızlarımız ve başlarında hoca hanımları bu geziye katılıyorlardı. Karatay Belediye Başkanı Mehmet Hançerli, AKP İl Başkanı Faruk Dügen, AKP Karatay İlçe Başkanı İsa Küçükkerniç de bize sonradan katılacaklardı yanımızda kafileye eşlik eden Karatay Belediye Başkan Yardımcısı Adnan Özkafa bey ve arkadaşları vardı onlarda belediyeye ait bir araçla 6 otobüslük konvoya öncülük ederek güven veriyorlardı.
Otobüsler şehitler diyarı yarımadaya giderken hanım kardeşlerimizdeki duygu yoğunluğunun had safhada olduğunu görüyor bu kadar insanın içindeki duyguları ben de yaşıyordum. Yolumuz Akşehir’i geçti Kirazlıbahçe Dinlenme Tesisleri’nde verilen kısa molada dilimin döndüğünce bildiğim bütün hatıraları anlatırken hepimiz gözyaşlarımıza hakim olamıyorduk. Hanım kardeşlerimiz ve genç kızlarımız ellerinde küçük cep kitapları ile dualar yasinler okuyarak o atmosfere kendilerini kaptırmışlar o duygu yoğunluğu içinde idiler. Ben zaten daha çıkarken, her yıl yaşadığım içten gelen hüznü ve ağlama duygusunu daha erken yaşamaya başlamış şiirleri ardı ardına yazıyordum. Yolcu hanım kardeşlerime yaptığım konuşmada şu sözlere yer vermiştim:
“Bu gideceğimiz yarımada biz Türk milleti için çok önemli bir toprak parçasıdır. Buralarda gülmeyip düşüneceğiz. Derin huşuya dalıp onlar için dualar edeceğiz şehit atalarımızı düşünüp bu topraklara yoklukla kıtlıkla açlıkla ekmeksiz ama vatan aşkı o göğüslerindeki iman kuvveti ile bir evlatlarının ilerde rahat yaşaması esarete girmemesi için nasıl yedi düvelle savaşarak canlarını çekinmeden verdiklerini düşünerek hareket edeceğiz.”
Tarihi bazı notları da aktarmıştım kendilerine…
Bu duygularla Karacabey ilçesinde ikindi namazımızı eda ederken başkan ve diğer zevat da bize yetişmişti. Rahat bir yolculukla uzun molalar vererek saat 20’de Çanakkale’ye vasıl olduk. Burada iki satır yazı ile bir konuya değinmeden edemedim. Tarihin en zorlu savaşlarıyla dolu olan iline giden yollar maalesef çok dar ve tehlikeli. Oysa gönül istiyor ki yılda binlerce insanımızı kendine çeken yarım adanın bulunduğu bu şehrin yolu daha geniş ve daha çekici olsun. Bazı yerlerde gördüğüm ve yarım bırakılmış yollar acaba çalışmalara aramı verildi yoksa yapan müteaahit mi kaçtı düşüncesini doğurdu bizde. Yolculuk boyunca bu dar yollarda yolcularında şoförlerinde yüreğini ağzına getiren anlar olduğunu ilgililere hatırlatmak bizim görevimizdir diye düşündüm.
DUYGU SELİ ERKEN BAŞLADI
Organize gayet başarılı ve düzenli gidiyor disiplinden asla taviz verilmiyordu. Başkan Hançerli gerek otellerde gerekse yemek işlerinde ve diğer hizmetlerde asla taviz vermiyor bilinçli, otoritesini hemen anında kullanıveriyordu. Otellere grup grup dağıtılan Konya grubu yemeklerini yedikten sonra isteyenler hocaları nezaretinde biraz sahil ve çarşı turu yapıp otellerine çekildiler. Sabah saat 6.45’te verilen açık büfe kahvaltıdan sonra saat 8’de otobüslere binerek araba vapuru ile Eceabat’a geçtik.
İşte burada bizi bekleyen rehberlerimiz de tek tek otobüslere binerek kendilerini ve görevlerini hatırlattılar. Biz 1 nolu otobüste idik Başkan Hançerli ve AKP heyeti bizim otobüste idiler gezi boyunca. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var derler ya bu sefer de gezimiz geçen yılın tam tersine güneyden Kilitbahir’deki Mecidiye Tabyalarını tanıyarak Seyit Onbaşının o top mermisini nasıl bir güçle topun ağzına verdiğini dinleyerek başladık. Duygu seli erken başlamıştı.
Rehberimiz tarih öğretmeni ve Konya SÜ mezunu Ermenek’te tarih öğretmeni olarak görev yapmış bilge bir insandı. Yani bir nevi Konyalı sayılırdı kendi deyimi ile. İsmi Mehmet Coşkun..
Seddülbahir Kilitbahir kelimelerinin anlamını şöyle izah ettikten sonra olayların özetini anlatmaya başladı. Bahir deniz demek, kilit denizin kilidi sedd ise denizin seddi diye özetledi. Boğazda karşılıklı tam 9 tane Aziziye, Ertuğrul, Hamidiye, Rumeli ve Mecidiye gibi isimlerle adlandırılmış tabyalarımız vardı işte bunlardan biri Eceabat’ın tam güney uç burnundaki Hamidiye tabyaları idi. Tabya birlikleri üstü topraklı içerisinde askerlerin her ihtiyacının karşılandığı yerleşik birlikler demekmiş. Burayı anlatırken rehber, düşman gemileri tam buraları hedef almışlar arka arkaya bizim top menzilimizden uzakta bizim hedefler ise onların atış menzili içinde üçerli guruplar halinde tabyaları bombalayacaklar ilk guruplar bombayı atan gemi sağa sola açılacak, arkasındakiler menzile yanaşıp bombalamaya devam edecek, akşama İstanbul’a çıkacaklarmış ama ne var ki Allah emellerine nail etmemiş o gece Nusret gemisinin kıyıya döşediği torpiller, mayınlar ve tabyalardaki iman kuvveti ile Türk neferleri onların oyunu Allahın izni ile bozmuş. İşte o bombalama sırasında Seyit Onbaşı’nın da bulunduğu Hamidiye Tabyası’na bir top güllesi geliyor ve bütün neferler ya ölüyor ya da toprak altında kalıyorlar.
Bunlardan biri de Seyit Onbaşı’dır toprağın altından öldü sanılarak çekip çıkarılan bu cengaver aslında yara da almamış ama toprak tamamen üzerini örtmüş buradan kurtulduktan sonra biraz kendine gelince yanında sağ kalan Ali ile topun başına gelir mermiyi topun ağzına verecek ama ne var ki mermiyi topa ileten manevra mancınığına da gülle isabet etmiş, kırılmış yanda duran 215 okka yani 276 kilo ağırlığındaki mermiye yanaşır belini dayar arkadaşı Ali hayretle onu seyretmekte ve olup bitenlere bir anlam verememektedir. Bu anı nasıl tespit etmişler derseniz 50-60 metre üst taraflarında iki Alman subayı da bunların hareketlerini seyrediyorlar gözetleme kulesinden.
Seyit Onbaşı arkadaşına “Ali hele biraz da sen derman et de şu mermiyi topa sürelim” der. Ali hayretler içersinde sadece elini mermiye değer oysa o mermi zaten Seyit Onbaşı’nın sırtına çıkmış ve ‘Ya Allah’ nidasıyla topun ağzına sürülmüştür. Keyf içinde sağa sola yayılmakta olan düşman gemilerinden en güçlü olanına nişan alır Seyit Onbaşı kafirlerin en güçlü gemisine ‘Ya Allah’ deyip ateşler topu, birde bakarlar ki geminin bacasından isabet eden mermi onu batırınca diğer gemiler panik halinde sağa sola kaçarken akşamdan Nusret gemisinin döşediği mayınlara çarparlar tek tek onlar da batmaya başlayınca panik artar düşman da mecburen kalan gemilerini geri çeker ve böylece planları da büyük ölçüde bozulmuş olur.
SEYİT ONBAŞI İLE ATATÜRK
Bu olaydan sonra mükafat olarak Seyit Onbaşı’ya para teklifi yapılır ama Seyit Onbaşı parayı kabul etmez, ne istediği sorulunca da ‘tayınım çift verilsin’ der. Ertesi gün iki tayın alan Seyit üçüncü gün bundan da vazgeçer, arlıdır, terbiyelidir, arkadaşları arasında çift tayın yemeyi kendine yediremez. Bugün resimlerde gördüğümüz Seyit Onbaşı’nın sırtındaki top mermisi aynı merminin boş kovanı olarak sırtına verilmiş ve bu görüntü ebedileştirilmiş.
Burada rehber önemli bir kıssa anlattı Ben de sizinle paylaşayım. Yıllar sonra Seyit Onbaşı’nın köyüne gider büyük Atatürk ve Seyit Onbaşı’yı görmek ister ama Seyit eski mesleğine dağda odun kömürü yakmaya devam etmektedir. Ata, onu kaymakam efendiye buldurur ama ne var ki Seyit Onbaşı Ata’nın karşısına çıkarılacak bir kılık kıyafette değildir, hemen kaymakam bey evinde Seyit Onbaşıyı hamama katar, yıkatır, temizletir ve kendi elbiselerinden bir takım elbise giydirir ama Seyit Onbaşı çok iri yarı bir erdir, kaymakamın elbiseleri dar gelir kolları bacakları kısa gelir, ama öyle çıkar atanın karşısına Ata sarılıp hoş beş ettikten sonra “baya güzel olmuşsun Seyit Onbaşı” der. Seyit Onbaşı “valla paşam kaymakam hamamına girsen sende güzel olursun” der.
Bu sohbet sırasında laf yine 276 kiloluk mermiye gelmiştir. Ata “Seyit Onbaşı ben emretsem o mermiyi yine kaldırır mısın?” diye sorunca, “Valla paşam o günü yaşatırsan yine kaldırırım” cevabını verir.
Allah hepsine rahmet eylesin bizleri de şefaatlerine nail etsin inşallah. Ata Seyit Onbaşı’ya maaş bağlatır ama bir müddet sonra Alman Harbinde ülke ekonomik zorluğa düşünce bütün şehit ve gazilerin maaşı kesilir tabi Seyit Onbaşı’nın maaşı da kesilmiştir. Ve geçtik Soğanlıdere’ye bu ikmal merkezi olan yerleri geriden tanıyarak Nuri Yamut şehitliği ve Sargıyeri’ne doğru geldik. Sargıyeri Osmanlı’da Sahra Hastanesi olan yerlerdir. Buralar hakkında da kısa bilgiler alarak geçtik ve Alçıtepe köyüne doğru ilerledik.
Burada rehber yine bazı enteresan şeyler anlattı. Bize bugün insanlık dersi vermeye çalışan İngilizler maalesef o günlerde kural tanımaz bir şekilde dünya harp tarihlerinde eşi görülmemiş zulümler yapmışlar. Ölü toplanmasına izin vermemişler ve Saroz körfezi yakınlarındaki hastaneleri bombalayarak Türk ve yabancı tedavi görmekte olan 18 bin kişiyi öldürmüşler..
Buralarda savaşan Nuri Yamut Paşa 1940’ta buraya gelip Zıgındere’de 20 bin kişinin kafa tasını toplatıp bir mezara gömdürmüş. Burasının civarı hastane olduğu için bu ölülerin hastanede ölenler olduğu kanaati çok yüksekmiş…
AĞLATAN KANLIDERE HİKAYESİ
Ve Hasanbey Şehitliği’ne geldik. Zaten bastığımız her toprak parçasında bir şehidin yattığını hiç aklımızdan çıkarmıyorduk. Rehberimiz bu yıl daha değişik şeyler anlattı. İşte bir Kanlıdere hikâyesi, geçen yılki anlatımdan farklı. Burada iki kanlıdere var diyordu Mehmet hoca. Biri Seddülbahir köyünde diğeri ise Ertuğrul koyunun kuzey doğusunda Alçıtepe köyü yakınlarında Seddülbahir köylüleri o yıllarda Yörüklerden oluşuyordu şimdi Muhacirlerle karıştılar. Bu köyün civarında şiddetli çatışmaların olacağını fark eden köylüler eş ve çocuklarını başka daha emin olan köylere götürüp bıraktılar. Bir iki gün sonra dönen köyün hanım ve çocukları köyde yaşayan kimsenin kalmadığını ve köyün yakılıp yıkıldığı görmüş. Köyün arkasındaki dereyi ve köprüyü işaret ederek bu köprünün kurulu olduğu dere onlar geldiğinde hala kanlı akıyormuş üç gün kanlı akmış. Onun için Kanlıdere denmiş öteki ise tam üç ay çeşmelerinden kan aktığı için Kanlıdere adını almış. Bu köyde o günlerin yıldönümünde her yıl pilavlar dökülür mevlitler okutulurmuş..
Duygu yoğunluğu hat safhaya geliyordu ki işte Hasanbey Şehitliği’ne geldik. Burada Hasan Binbaşı ve erleri göğüs göğüse Fransızlarla günlerce çarpışmış. Başarı sağlayamayan Fransızlar ölülerini bırakıp kaçtıktan sonra ertesi gün hasan bey ölü ve yaralıları toplatmış. Askerlerine kendisi de bizzat yardım etmiş. Artık Türk yabancı ayrımı yapılmamış. İşte o anda kurtardığı ve su vermek için belindeki matarasına davrandığı bir sırada koynunda hançer saklayan yaralı Fransız askeri Binbaşı Hasan beyi oracıkta şehit edivermiş. Bu olay bile Türk milletinin asaletini göstermeye yeterdi. Artık yılar yılı uğraştığımız ancak geçen yılda bitirebildiğimiz o Türklüğün sembolü olan anıt mezara gelmiştik.
Eski Hisarlıktepe’de Gelibolu yarımadasının tam uç noktasına yapılmıştı bu anıt mezar nedeni ise buradan gelip geçen gemilerin ‘bu nedir’ diye soracağı bir anıt olmuş. Anıt mezardan görülen deniz Marmara’nın egeye açıldığı yerdir.
Burada bir anı daha anlattı rehber. Bir anzak askeri öleceğine yakın çocuklarına demiş ki, “benim yıllardır yatağımın altında sakladığım bir kafa tası var”. Ölümünden sonra çıkarmışlar kafatasına yapılan DNA testi sonunda bu kafanın bir Türk’e ait olduğu ortaya çıkmış. Bunu neden uzun yıllar anzak askerinin sakladığı ise bir sır olarak kalmış. Kim bilir bir dostluğu vardı ölümünden sonra aldı bu kafayı. O kafatası da 90 yıllarda getirilmiş ve bir şehitliğe konulmuş.
Morto koyuna geldik. Morto Fransızca’da ölüm demekmiş Morto koyunda Molyot isimli Fransız gemisini bir Türk gemisi torpilleyip batırmış. Gemi 750 personeli ile batınca burası Morto koyu olarak kalmış. Fransız birlikleri komutanı Gaaro 1932’de Gelibolu’da yaptırdıkları mezarların açılışına çağrılmış, ve buradaki savaşlarda bir kolunu kaybettiğini ama çok asil bir milletle tanıştığını söylemiş.
GAROO KOMUTAN’IN SÖYLEDİKLERİ
O anlatıyor… Bir gün ölülerin toplanması için ateşkes olmuş. Bir Türk askeri bir yaralı Fransız’ı kucağına almış üzerindeki eski gömleğinden yırttığı parçayı bizim askerin yarasına sarıyormuş. Yanlarına varmış, “neden buna yardım ediyorsun bu senin düşmanın değil mi” deyince tam öldürecektim bu Fransız cebinden bir resim çıkardı anası imiş anladım ki onun bir bekleyeni var, oysa benim hiçbir bekleyenim yoktu. Onun için bu adamın yaşaması lazımdı yardım ettim. Baktım kendi göğsünden de kan geliyordu o da yaralıydı gömleğini açtım baktım yarasına kuru ot basmıştı bu asillik değil de nedir” demiş Garoo komutan.
Artık en yoğun savaşların yaşandığı meşhur Ertuğrul koyunda ve tabyalarda idik bu ufacık koyda Yahya Çavuş rüzgarı esmiş o yıllarda günlerce bu koyu ve tabyaları büyük toplarla döven itilaf kuvvetleri Fransız ve İngilizler ‘artık burada canlı sinek bile kalmaz’ demişler ve bir sabah erkenden indirme yapacaklarmış oysa bu koyun içlerine doğru sık aralıklarla demirler döşenmiş Türk ordusu tarafından. İnen askerlerin ayakları takılıp düşsünler ve denizde ilerleyemesinler filikaları yanaşamasın diye.. Tam güney doğuda buluna Eskihisar’da bulunan bir makineli tüfeğimiz var bir de kimsenin sağlıklarından haberdar olmadığı Yahya çavuş ve 64 arkadaşı…
Bunlar bu koyda siperlerde kalmışlar. Tam sabaha karşı çıkartmaya başlayan İngilizlerin karşısına hem makineli tüfek hem de bu 65 kişi Yahya çavuş komutasında tam çıkartma yaparlarken ellerindeki yetersiz mermilerine rağmen binlerce düşman askerini öldürerek bu koyu savunmuşlar. Akşam vaktinde hepsi de şahadet şerbetini içmişler. Oysa bu rehber Mehmet hoca Yahya Çavuş ve üç arkadaşının yaralı kaldıklarını ve üç ay tedaviden sonra tekrar savaşa katıldıklarını sonunda onların da şahadete erdiklerini söyledi. Buradaki Yahya çavuş anıtındaki birkaç dörtlükten de bahsedeceğim anıtta yazılı olan ve bir kaymakamın yazdığı söylenen dörtlük.
Bir kahraman çavuş ve Yahya çavuştular
Tam üç alayla burada gönülden savaştılar
Düşman tümen sanırdı bu kahraman erleri
Allah ı arzu ettiler akşama kavuştular
Ertuğrul koyundalar başta bir Yahya çavuş
Karşıda binlerce düşman var onlar bir avuç
Dediler rabbim biz ulaşamaz isek sen bize kavuş
İşte bu ulus ve vatan için öldüler Çanakkale miz
Kuvvetli Türklerin göksünde imanları dinleri
Menzile erişmedi kafirlerin top mermileri
Biz kasaturayla savaşırız onlarda teknoloji ileri
Yinede güçlükleri yenmeyi bildik Çanakkalemiz
GAVUR MEZARLARI ÇOK BAKIMLI
Ben de dudaklarımdan dökülenleri yazdım artık hislerime dur diyemez olmuştum.
Buradan ayrılırken Teke Köyü üzerinde bir İngiliz mezarlığı gördük çok bakımlı ve düzenliydi. Rehbere sorduk sırrını anlattı. Bunların Türkiye’de mezarlıklar müdürlükleri var. Onlar buralara yakın köylerden mezarlarına bakmaları için sigortalı adam tutarlar. 2500 dolar maaş verirler deyiverdi. Bu yarımadadaki mezarların listesini anlattı Mehmet hoca. Türkiye 1 anıt 82 şehitlik, İngiltere 1 anıt, Avustralya 1 anıt, Yeni Zelanda 1 anıt, Fransa 1 anıt ve bunların toplamının mezarı 31 adettir dedi işte bunları düşünerek ayrıldık buradan..
Öğle oluyordu artık Salim Mutlu merhumun yaptığı Alçıtepe köyü müzesine geldik. Kumanyalar yenecek, namazlar kılınacak ve artık kuzeye Anafartalar ve Anzak koyuna geçilecekti. Yerlerden kıpkırmızı çıkan gelincikler sanki elle sıralanmış gibiydi. Bunları işaret eden rehber bunların her birinin yeşilliği şehitlerin yeşilini kırmızı çiçeği ise akan kanları ifade ediyor deyince içlendim.
Yerlerden kıpkırmızı gelincikler çıkar
Her gelincik çiçeği bir şehit için açar
Gelen herkes buralarda geçmişini yaşar
Şehitler otağısın sen Çanakkalemiz
dedim ve yola koyulduk. İşte yine değişik bir yere gidiyorduk, şimdiye kadar buraları hiç görmemiştim. Deniz kıyısında Anzak Mezarlığı yine çok bakımlı tertemiz çimenler içinde. Çünkü her yıl 25 Nisan’da gelip buraları geziyorlarmış Anzak torunları. Lafı fazla uzatamadan mezarlarda gezerken üç ayrı Müslüman mezar taşı dikkatimi çekti. Sordum rehbere… İngilizler buralara savaşmaları için sömürgelerini getiriyor ve bu toprakları alırlarsa güya onlara verileceği yalanını yayıyor ve Türk milletini değişik bir yaratıklarmış gibi lanse ediyormuş o cahil sömürgelerine..
300 kadar da Hint Müslüman gelmiş savaşa bir gün bakmışlar ki ezanı muhammediye okunuyor. Bir tanesi okuma yazma biliyormuş yakın siperlerden birine yazılı bir kağıdı taşa sarıp atmış. Bir Türk subayının eline geçmiş kağıt ‘siz kimsiniz’ diye soruyormuş Hintli. “Biz Devleti Ali Osmaniye’nin askerleriyiz Müslümanız diye yazıp tekrar taşı atmış. Bunu alan Hintli Müslüman arkadaşlarını uyarmış ve isyan etmışler, biz Müslüman askerlere karşı savaşmayız diye.. Bunu İngiliz kumandana iletmiş cephe komutanı kumandan ‘onları geri hizmete alın ve mermi taşımada kullanın’ demiş orada da isyan etmişler. Sonunda öldürülmüşler. İşte bunlardan üçü burada yatıyormuş..
HİÇ BOZULMAMIŞ 120 CESET
Buradan bize yukarıdan bakan Arıburnu’nu ve Cesarettepe’yi anlattı hoca. Bunların hikayelerini yazsam sanırım kağıt kalem yetmez. Bizim kağıtlara sığdıramadığımız bu savaşı ceddimiz sinelerine ve canlarına sığdırmışlar, makamları cennet olsun.
Buradan geri döndük artık ve Kemalyeri’ne 57. Alay Şehitliğine gelmiştik. Şehitlikte anlatımlar devam etti ve şehitlik ziyaret edildi, dualar yapıldı, resimler çekildi. Conkbayırı’na geldik, Conk tek çam demekmiş burayı toplar dövdükçe bütün çalı çırpı ve ağaçlar yanmış ve bir tek çam ağacı sağlam kalmış. İngiliz komutan cephe gerisinden dürbünle emir yağdırırken tek çamın sağına tek çamın soluna gerisine gibi emirler vermiş. Harpten sonra buraya gelen bir Anzak kadın bu çamın çekirdeğini götürmüş ülkesine ve üç tane çam yetiştirmiş. Bunlardan harpte ölen her oğlunun başına birer çam dikmiş bir tanesini de buraya getirmiş, 90 yılında o tek çamın yanına dikmiş, şimdi 18 yaşında bir çam ağacı yetişmekteymiş.
Size aktarmaya değer bir anı daha… Mehmet hoca anlattı.. Yıl 1985 Ermenek Lisesi’nden Çanakkale’ye tayin edilmiş, görev alamamış, bu arada Anafartalar’da yıkılmış siperler temizlenecekmiş. Onu tarih öğretmeni boş olduğu için temizliğe deniz askerleri ile katılmasını istemişler. Severek kabul etmiş ve tam tamına bu siperlerden 120 ceset kemiğini hiç bozulmamış uzanmış yatar vaziyette bulmuş. Ve bunları bir tek mezarda toplamışlar. O mezarı da ziyaret ettik duada bulunduk. Buradaki ilginç tespit şuydu: O yıllarda Türk askerinde okuma yazma oranı yüzde 18 imiş onun için okuryazar olanların kimliklerini tespit etmek zor imiş. Ama okuma yazması olmayanların kimliğini çabuk tesbit etmişler. Sebebi ise yanlarında taşıdıkları kimliği gösteren mühürlermiş. Toprağı eleyince metal parça hemen ele geçiyormuş. Burada bir de Çakmak soyadlı bir şehit görüp sordum. Rehber üsteğmen Nazif Çakmak’mış. Fevzi Çakmak’la onun küçük kardeşi imiş.
HALYO PASAJI OLDU AYNALI ÇARŞI
Artık dönüş başlamıştı aldığın notların ne kadarını yazdın İsmail Bey derseniz henüz üçte birini derim. Çanakkale yazılmaz gezilesi görülesi düşünülesi yerdir.
Eceabat’tayız…Dinlendik günün yorgunluğunu deniz kıyısında çay içerek attık ve akşam saat 18’de Gelibolu’ya hareket ettik. Burada da boş durmadı Mehmet rehber. Aynalı Çarşı ve Truva’yı anlattı. Benim Truva çok ilgimi çekmemişti ama ya Aynalı Çarşı.. İşte onu can kulağı ile dinledim bu Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı türküsü bildiğim kadarı ile Kastamonu yöresine ait bir türkü orada şehit düşen bir Kastamonulu’ya yakılmış bir ağıt biliyorum ama Çanakkale içinde de Aynalı Çarşı var mıydı bilmiyordum. Çanakkale çok eskiden ticaret merkezi imiş. Geçit yolunda bulunuyormuş o zamanın ulaşım araçları ise deve ve at eşek olduğu için burada at koşumları, deve havutları semer, eyer sanatı çok gelişkinmiş.
Bu sanatkârlar bu yaptıkları sanat eserlerine yuvarlak aynalar yerleştirip dikkat çekmeyi yeğledikleri için her taraftan ışıklar yansırmış. Onun için bu sanatkarların bulunduğu çarşıya Aynalı Çarşı denirmiş. Yine doksanlı yıllarda gelen bir İngiliz kadın Çanakkale’yi gezip bir şeyler arıyormuş. Sonunda rehbere getirmişler, aradığı yeri sormuş “Aynalı Çarşı” demiş. “Böyle bir çarşı yok” deyince “Harp yıllarında benim babam fotoğraf çekmiş var bende resimler” demiş bunları kendisine göndermesini rica etmiş, göndermiş kadın. İşte o eski Aynalı Çarşı tam tamına birkaç resim de varmış. Ve Kültür Bakanlığına müracaat etmişler bu resimlerden yola çıkılarak 2000 yılında oluşturulan çarşının aslı Halyo Pasajı imiş, Aynalı Çarşı olmuş.
Gelibolu’da yemeklerimizi yedikten sonra saat 20’de Lapseki araba vapuru ile Lapseki’ye geçtik ve sabaha kadar yol alıp evlerimize ulaştık. Bu organizasyonu tertip eden Karatay Belediye Başkanımız Mehmet Hançerli’ye, gidiş gelişlerde bizlere saygılı ve düzenli bir gezi yaptıran görevlilere ayrı ayrı teşekkür ederim. Böyle hafta başı gezisinin akıllıca düşünen bir kafadan çıktığına inanıyor tenha bir gezi yaptığımız için teşekkürlerimi bir daha arzediyorum.