“Dönüştürelim” derken..

Seyit Küçükbezirci

“Dönüştürelim” derken, evdeki bulgurdan da olmayalım

 

            Birkaç gündür Tayip Ağa gibi hiç “dadım yok”. İnsanın “bir koyun ömrü kadar ömrü kalırsa” günü gününü, saati saatini tutmuyor.

            “Bir koyun ömrü kadar ömür, ne demek?” diye sorarsanız. Söyleyeyim, çoğunuzun bildiğini sanmıyorum. “Eski Gonyalılar” yaşlanınca, kimseye minnet etmeyecek yaşa geldiklerini, hiçbir şeyin umurlarında olmadığını belirtmek için söylerlerdi, bu deyimi. Bir koyunun en çok sekiz/on yıllık ömrü olduğunu kastederek. “Eski Konya”nın bir zaman ölçüsü, yani.

            Biliyor musunuz? Konya üstüne; Konya’nın geçmiş on yılları, yüz yılları üstüne yazarken çok zorlanıyorum. Bir “medeniyet”; kavramlarıyla, deyimleriyle, terimleriyle, kelimeleri ile anlatılabilir. Neyi anlatacak olsam, unutulmuş; hatırlayanı yok.    

            Yani, bir yazı yazacaksınız, o yazının her satırına “dipnot” numaraları koyacaksınız; yazının sonunda da “dipnot” açıklamaları yazıdan uzun olacak. Süphanallah. Köre nasıl anlatırsınız fili? Zaten “dipnot esnafı” o kadar çoğaldı ki…

            Birkaç gündür Tayip Ağa gibi hiç “dadım yok”. Dilimiz sürçerse, peşinen af ola. Belki “zülüfe” de dokunabiliriz, “zülfüyâre” de dokunabiliriz; “Zülfükâr”e de dokunabiliriz.

“DEĞİŞTİRMEYE”, “DÖNÜŞTÜRMEYE” ZİHNİM TAKILIYOR

            Bir zamanlar, tarihimizin son yüzyılında; “alafırangalık”ın çeşitli safhalarında; “tanguluk”un çeşitli safhalarında; “modernliğin” çeşitli aşamalarında eskiden ne kalmışsa “tu kaka” etmiştik.

            Anadolu’daki bin yılımızda ne biriktirmişsek, ne yapmışsak “de mode” saymıştık. Han, hamam, tekke, türbe; “yer ile yeksân” edilmişti. Hızımızı alamadık; ölülerimizi yüzlerce yıldır yattıkları yerlerden bile kaldırdık, kemliklerini sürgün ettik.            

Bin yıllık “halk Türkçesi” konuşan; o “Aziz Türkçe”yi “kazâ ve belâ” dönemlerini aşarak 20. yüzyıla getiren “Mübârek Kadınlarımız” bile kullandıkları kelimelerin “Kaba Türkçe” sayılmasından “üzüm üzüm üzüldüler”.

            Bu konuda uzaklara gidersek laf dallanır, budaklanır. Son elli yılda bile ne “Üzüm Pazarı”nı bıraktık, ne “Fenni Fırın”ı bıraktık, ne “Kadınlar Pazarı”nı bıraktık. Cumhuriyet döneminde Osmanlı eserlerinin üstündeki tuğraların kazınmasını affedemeyenler, 1950’de iktidara gelir gelmez Alâddin Caddesi’nin orta yerine dikilmiş, “Cumhuriyet’in 10. yıl Anıtı”nı, bir köşesinde “Altı Ok” var diye söküp attılar.

            Bu gün, Konya’da yaşayan on binlerce çocuğumuz, on binlerce gencimiz ne atasözlerimizi, ne deyimlerimizi, ne türkülerimizi, ne efsanelerimizi, ne masallarımızı, ne inanışlarımızı biliyor. Yabancı kültürlerin nesi varsa bilen genç kuşaklar, yabancı kültürlerin bütün “uluları”nı bilen kuşaklar, “ALÂADDİN”DE YATANLAR”ın adını sayamıyor.

            Geçtiğimiz yüzyılda “değiştirmeyi” ve “dönüştürmeyi” ya “zuladan” yaptılar; ya “kanırta kanırta”. Şimdi tam “kitabına uydurarak”…

            “Değiştirme” ve “Dönüştürme” kavramları son yıllarda aralıksız gündemde. Korkuyorum, bu kavramlardan. “DAHA NEYİMİ KÜRÜYÜP ATACAK, ACABA?” diye.

“DEĞİŞTİRELİM”; “DÖNÜŞTÜRELİM”; AMA

            Savaş yıllarında, kıtlık yıllarında; güzün üzüm olarak, bütün kış boyunca “pekmez” olarak halkın “ekmeğinin katığı”nı sağlayan binlerce dönüm bağları son elli yılda “yerle yeksân ettik” “Cânım bağlar”ın yerlerini tatsız tuzsuz “konut tarlaları” haline getirdik. Sanki uçsuz bucaksız Konya’da “apartman ormanları” kuracak yerlere “kıran girmiş gibi”…

            “ASLIM BATAKLIĞI”nı kurutmanın Konya’ya nelere mal olduğunu bir üniversitemiz çıkıp tespit etsin. Aslım’ı kurutanlarla bir “ASLIM YÜZLEŞMESİ” yapılsın. “Sille Barajı” uğruna, kurutulan Aslım; sebep olduğu yağışlarla Konya’nın “Şah damarı”ydı. Doğudan batıya, kuzeyden güneye yaklaşık, 50X60 kilometrelik bir alanı kaplayan, “Konya İç Denizi” kalıntısı Aslım öldürülünce Konya’nın “yağış devri-daimi” sakatlandı. Kırmak, dökmek, dağıtmak; yıkmak, tarümâr etmek kolay; ama, eski haline getirmeye bütçeyi koysanız yapamazsınız. Belediyelerimizin tümünün on yıllık bütçesi yetmez.

            Bu anlattıklarım, akılsız, şuursuz, “değiştirme”nin ve “dönüştürme”nin devede kulak misâli. “Değiştirelim” ve “dönüştürelim” ama. Evet, amaa. “Değiştirdiğimiz”in yerine getirdiğimiz; “dönüştürdüğümüzün” yerine koyduğumuz acaba kaybımıza değer mi? YOKSA, EVDEKİ BULGURDAN DA MI OLURUZ?

            Hayat durmuyor, yeni yeni büyük ihtiyaçlar doğuyor ve çözüm istiyor; zorluyor. Âmennâ. Yapmalı, ama, nasıl yapmalı. “Dönüştürmeli” ama kılı kırk yararak dönüştürmeli. “İşkembe-i kübradan” kararlarla olmamalı. Abdestsiz namaz kılar gibi olmamalı…

“MUHAFAZAKÂRLIK” ÜSTÜNE DE DÜŞÜNELİM, BİRAZ

            Ben, kültürde “muhafazakârlık” denince, kültür ve sanat vadilerinde, Anadolu’da son bin yılda, yüzyılların imbiklerinden geçe geçe birikmiş değerleri anlarım. Bu değerler “anonim”dir; bir zümrenin, bir kimsenin değildir; hepimizin üretimidir…

            Anonim kültürü, yani “halk kültürü”nü meydana getiren edebi türler bellidir. Efsaneler, masallar, türküler, ilâhiler, tekerlemeler, atasözleri, deyimler, inanışlar; yemek, giyim, yaşam kültürü; halk sanatları, adetler, gelenekler. Daha onlarca, yüzlerce tür, unsur.

            Bu saydıklarımı ve de, yer darlığından sayamadığım “Bizi bir yapan” kültür değerlerini “muhafaza ediyoruz” diyebilmek mümkün mü? “Bugün faydalanıyoruz. Gelecek kuşaklar da faydalansın diye kalıcı hâle getiriyoruz” diyebilen “resmi yetkili/resmi etkili” var mı?

            “Muhafazakârlık” lafla olmaz. Lafla peynir gemisi yürümez. Burada, “kültürümüzün köşe taşlarını koruyoruz, yayıyoruz, geleceğe de aktarıyoruz” diyen varsa. Gitsin, bana, Konya türküleri, Konya masalları, Konya efsaneleri, Konya yemekleri kitapları getirsin. Konya atasözleri, Konya tekerlemeleri, Konya inanışları bâbında kitaplar getirsin. Getiremez, çünkü artık yok; birkaç vardı, ama onlar da kaybolalı on/otuz yıl oldu. Konya’da her yıl onlarca “tasavvûfi” kitap yayınlanırken, birkaç tane “halk kültürü” kitabı yayınlanmaması hayret bir şey. “Kültür Vadisi”nde bunları yapmıyorsan sen nasıl “muhafazakârsın”; sen neyi “muhafaza ediyorsun?” diye sorarlar adama…

BİRİSİ “SELÇUKİLER’İN BAŞKENTİNDEN” BİR ŞEYLER GÖSTER” DERSE

            Rahmetli Ahmet Hamdi Tanpınar yazmış; “Bir başkent devamlı başkenttir” diye. Yalan değil, böyle yazmış. Kimselerin pek haberi yoktu da, ben yirmi yıl önce “böyle diyor” diye “lüllüm etmiştim.”

            “Bir başkent devamlı başkenttir” demiş; ama o BAŞKENTİN RUHU YAŞIYORSA, O BAŞKENTİN KOKUSU O İKLİMDE HİSSEDİLİYORSA; ZAMAN NE OLURSA OLSUN, O BAŞKENTİN SOYLU ÇİZGİLERİNİ YENİ ŞEHİRDE DE BULABİLİYORSANIZ. GÖSTEREBİLİRSENİZ…

            Başlığa dönelim. Birisi, “Selçukiler’den bir şeyler göster” derse.

            Tamam, dersiniz. Alâaddin Camii, İnce Minare, Karatay, Sahip Atâ, Mevlâna külliyesi gösterebilirsiniz. Belki huşû içinde birkaç saat. Sonra, soran gözlerle bakışlarıyla sorarlar. Başka?

            Başkası yok. Etli ekmek, fırın kebabı, Mevlâna şekeri.

            “Neee, yapalım, işte bu kadar?” diye diken diken mi oluyorsunuz? Ne hakkınız var…

            Bu kadar, değil. Selçukiler’den kalan, çok az değişen çok değerimiz var; çok zenginliğimiz var. BUNLAR, “KONYA HALK KÜLTÜRÜ”NÜN İÇİNDE. Ortaya çıkarılmayı, sunulmayı beklerler.

BU DENEYİ YAPALIM MI? VAR MISINIZ?

            Şu şehre “Sevgi Şehri” diyoruz ya. “Hoşgörü şehri” diyoruz ya. “Konya gibi Türkiye, Konya gibi dünya” diyoruz ya. “Dünya şehri Konya” diyoruz ya.

            Bir kafile bulalım, ya da nereye götürdüğümüzü söylemediğimiz insanlar bulalım. Konya’ya getirelim. Övündüğümüz yeni yerleşim bölgelerimizi, “Bosna” gibi uydu kentlerimizi gezdirelim. Soralım, “neredesiniz?” diye. “Bir sevgi, bir hoşgörü, bir huzur, bir dünya şehrinde misiniz?” diye.

            Sonucu söyleyeyim. Bön bön bakacaklar yüzünüze, “Bu ne diyor yav” diye.

            Bu kavramlar, bu iddialar, bu değerlendirmeler ancak içi doldurulduğu zaman önemlidir. Boş çuvalın ayakta durmayacağı gibi, içi boş övünmeler, ancak, övüneni gülünç duruma düşürür.   

            Olmak istediğimiz her şeye aslında Konya sahip. Gerçekleştirecek beyinler ve halisâne iradeler lâzım.

            Bugün yazıya Tayip Ağa gibi hiç “dadım yok” diyerek girdim. Peşin de söyledim. “Zülfüyâre dokunduksa affola” demiyorum. Dokunduysa dokunsun. Şaşıya “şehlâ gözlü” diyenlerden neler neler çektik; hâlâ da çekiyoruz.

Yorum Yap
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.