
Eskiden kırık çıkıkçılar vardı
Kırık çıkık ustaları bundan 40-50 yıl önceleri hatta 30 yıl öncesine kadar bile çok meşhurdu. Hoş bu günlerde de rağbet gördükleri söylenebilir.
Bir zamanlar kırık çıkıkçılar vardı
Kırık çıkık ustaları bundan 40-50 yıl önceleri hatta 30 yıl öncesine kadar bile çok meşhurdu. Hoş bu günlerde de rağbet gördükleri söylenebilir.
Bizim dağ köylerinde insanlar işlerin genelini kendi güçleri ile gördüklerinden el ve ayak kırıklıklarına çok maruz kalırlardı. Ormandan odun toplamak hayvan ve insan gücü ile çift sürmek tarlada bahçede kazma kürekle çalışmak insanları çok yıpratır, halsiz mecalsiz bırakır, gücü yetmeyen veya dengesizlikten düşenlerin vücudunda kırılmalar ve bacak kol bel oynaklarında çıkmalar meydana gelirdi.
Bizim oralarda şöyle bir söz vardı: Çapa ile ek sıpa ile çek taşı ağır memleket denirdi. Köylerde kırık ve çıkık ustaları vardı. Bizim köyümüzde de bu işlerden anlayan bir kaç kadın ve erkekten bahsedebiliriz. Amma aralarında birisi vardı ki ustaların ustası idi. Bu rahmetli adama bizim oralarda ve Konya’nın kaza kasaba hatta köylerinde nam yaptığı gibi Konya dışından da akın akın insanlar gelir dertlerine derman ararlar ve şifa bulurlardı. Adı geçen merhum İsmail Ayhan’a, Kumrallı Durmuş’un İsmail ya da Kumrallı Hacı Topal derlerdi. Kumrallı Kırıkçı Hacı İsmail diyen de olurdu.
Merhum İsmail amcanın kendine has tedavi usulleri vardı. Bel çekiminde birkaç çeşit usul kullanır kadına karşı ayrı çocuğa karşı ayrı erkekler için de daha farklı bir usulü vardı. Onları uygular ve çok da başarılı olurdu. Normal konuşurken çok mütevazi iyi ve tatlı konuşan ama mesleğini icra ederken gayet sert ve gaddar idi. Bir gün bu durumu sorduğumda bana “Beni kötü tanırlar sert tanırlar ama ben öyle bildikleri gibi birisi değilim. Fakat benim yaptığım iş gaddarlık ve sertlik ister, cesaret ister, eğer gaddar ve cesaretli olmaz isem zaten acı çekmekte olan insanın kırık veya çıkığını sararken onun ızdırabından ağlamasından etkilenirsem mesleğimi icra edemem” derdi. Benim vücudum da bacak ve kol olmak üzere rahmetli usta amca tarafından birkaç tamir geçirmiştir.
Bu tür işleri genelde malcılık yapanlar ya da dağda çoban olup davar ve sığırla uğraşanlar yapar derlerdi. Çünkü dağlarda malların bacak kırılmalarında bir parça bez ve iki üç parça düzlenmiş tahta parçası ile sarıverirler oda kaynar böylece usta olunur derlerdi. Ama hacı İsmail amcanın ustalığı bilime dayalı idi. O bu mesleği nasıl öğrendiğini şöyle anlatmıştı bana 1960’lı yıllarda bir sohbetimizde: Alaman harbiydi. (İkinci dünya harbinden bahsediyordu). Tam kırk sekiz kişiydik. Adana’da bir tabip Albay’ın nezaretine verdiler. 44 ay günde 16 saat insan vücudu ve kemiği üzerine ders gördük ‘insan vücudunda bir santimlik kırık kemiği arayıp bulabilecek kadar dikkatliyim ve bulurum. İnsan vücudunda kaç oynak var kafa da kaç oynak var vücudun kemik yapısı nasıl hepsini bilirim’ derdi ben de inanırdım. Çünkü yaptığı kırık çıkıklardan hiç yanlış olan sıhhate kavuşmayan olmazdı.
Ona “maldan mı öğrendin bu ustalığı, diye kazara bir soran olursa ona hadi len zındık sen ananın kucağında yatırken ben albay dayağı yiyerek bu mesleği öğreniyordum” diye cevabını verirdi. Merhumun Konya Devlet Hastanesi doktorlarından da çok tanıdığı ve sohbet ettiği vardı.
Rahmetli ile daha evvelde sohbetimiz çoktu ama 70’li yıllardan sonra daha da çok samimi olduk. Nedeni ise Kumrallı köyü bizim köyün mahallesi idi. Gökyurt köyüne de 4-5 kilometre kadar mesafedeydi. Ben Kumrallı’dan evlendim onun için bana “enişte” derdi. Benim sohbetimi sever ben de onun sohbetinden haz alırdım.
Öyle ustalıklı işler yapardı ki hastanelerde kesilmesine karar verilen kırıkları bile tedavi ettiği vakii idi. Bizzat ben bunlara şahit oldum.
Yine rahmetlinin anılarından biri: Bir gün hacdan geldim yaşım 60’larda. Köyün kıyısında arık yani davara uymayan kuzuları otlatıyordum. Yabancı bir çocuğun elinden tutup geldiği bir adam gördüm. Bana doğru geldiler “Sınıkçı İsmail’i tanır mısın?” diye beni sordular. “Tanırım amma köyde yok belki birazdan gelir” dedim. Oturduk kendimi bildirmeden evime getirdim. Adam Hatay’dan gelmiş âmâ bir arap. Gelenlerin bir vücut arızası kırık veya çıkığı olduğunu vücut yapısından anlarım meslek icabı. Bu misafirin de sanırım sağ omzundan kolu ya çıkık ya da kırıktı. Çıkık olması muhtemeldi, çünkü kırık olsa bu kadar rahat olamazdı. Adamı çok diplomat gördüğüm için eve gelince sordum: “Hacı dünyada üç şey varmış acele edilecek bunlardan bana haber verir misin, sen bilirsin? Dedim. Âmâ Arap, “evet bir, ölüyü acele kaldıracaksın, iki gelini acele getireceksin, üç misafire acele yemek ikram edeceksin, işte bunlar acele edilmesi gerekenler” dedi. Ben “Öyle ise biz birini kazandık size bir yemek yedireyim deyince vallahi bizim karnımız tok sen sordun ben söyledim” dedi. “Peki, çay yapsam içer misiniz?” deyince “Eeee çay” diye elini şakağına götürüp düşündü. Ve “Haci yoksa hiç varsa üç eğer çay çoksa, iç Allahım iç” dedi. Ben de çok demli bir çay yaptım bir bardak ben bir bardak da çocuğa verdim tam dokuz bardak çayı âmâ araba verdim. “Nasıl olmuş yeter mi bir daha demleyeyim mi?” diye sordum. “Yok, sağ ol eh kafam biraz yerine geldi” dedi.
Ben çıkıkçının ben olduğumu belli etmeden “O usta gelmeyecek galiba gecikti, ben de biraz anlarım, kolunuza bir bakayım mı?” diye sorunca “Senin konuşmalarında bir ustalık var istersen bir bak” dedi. Sağ kolu omuzdan çıkık demiştim. Kolunu hafifçe yukarı kaldırıp koltuk altından bir yumrukla çıkık kolu yerine getirdim. “Hadi kolunu bir kaldır bakalım” dedim, kolunu rahatça başına götürürken “Anladım sen ustasın hem de Haci İsmail efendisin Allah senden razi olsun amma bende para yoktur” deyiverdi. Geldiği yerde ‘çok para alır’ diye korkutmuşlar, o yüzden böyle söylemişti.
İsmail usta ile ilgili hatıraları ve onun anlattıklarını yazmak istesem günlerce yazmam gerekir. Bana anlattığı çok ilginç bir olayı daha aktaracağım.
Bir zamanlar Isparta’dan yüksek rütbeli bir şahıs Konya’ya Topal İsmail’in ustalığını duyup gelmiş. Meğer eşinin bir rahatsızlığı varmış. İsmail ağaya demiş ki “Seni Isparta’ya özel götürüp getireceğim. Benim hanım belinden rahatsız çaresini bulamadık”, demiş. Sene 1950’li yıllar İsmail ağa “500 lira vereceksin, öyle giderim” demiş adamı savmak için ancak adam kabul etmiş. Bir jip ile götürmüşler Isparta’ya iki katlı güzel bir villada oturuyormuş. O şahsın karısının beli çıkıkmış. “İşimiz gayet kolay olacak” diye sevinmiş İsmail Usta ve hanımı başlamış tekdir etmeye “Yatak rahat her istediğin emrine geliyor, kalk bakayım ayağa” deyince kadın “Kalkamam” diye itiraz etmiş. İsmail ağa kocasına dönmüş “Benim çeşitli bel çekme usullerim var, darılmak kızmak yok” deyince adam, “Yok ağa kızmam yalnız hanımıma eziyet etme” demiş. İsmail ağa yine çıkışmış hanıma “Kalk kalk yukarı kata çıkacaksın burası havasız, biraz da orada yat belini çektikten sonra” demiş. “Haydi oğlanlar, annenizi kollarından tutun çıkarın” demiş İsmail ağa. İki delikanlı oğlu kadının kollarına girmişler yukarı kata çıkmak için merdivenlere getirmişler. Kadın da çok nazlı ve nazikmiş. Kadın ve çocuklar olacaklardan habersiz yukarıya doğru çıkarken İsmail Usta kadının arkasından aniden bir el hareketi yapmış, kadın can havliyle kendisini yukarı doğru çekince olduğu yere yığılıvermiş. Usta oğullarına “Ananızı yavaşça odaya getirin ve sert bir zemine yatırın” demiş. Denileni yapmış çocuklar. Yarım saat yatınca kadın, Usta “Kalk yavaşça doğrul" demiş, kadın doğrulmuş. Ogün İsmail ağa orada misafir olmuş. Ertesi gün kadına durumunu sormuşlar. Kadın çok iyi olduğunu ve rahatladığını söyleyince kocası şaka ile karışık “Yahu usta Konya’da söyleseydin de o hareketi biz yapsak sen de buraya kadar zahmet etmesen olmaz mıydı” demiş. Usta “olmaaaz” demiş ve “Ustalık burada belli olur” diye devam etmiş. Konya’ya gelirler usta jipi Kızılay’ın önüne çektirir o şahıstan beş yüz lirayı alır. Kızılay’a makbuz karşılığı verir adam da Isparta’ya döner.
Şu kıssayı da anlatmadan geçemeyeceğim. Bir amele ustasını kadı efendiye şikayet eder. Derki “Efendim ben ustadan fazla çalışıyorum o benden fazla para alıyor ‘ustayım diye’ bu ustadan şikayetçiyim” der. Kadı efendi “Bana beş tane yumurta getirin” der. Getirirler “Oğlum şu yumurtaları birbiri üstüne koy düşürmeden durdur” der. Adam bir hayli uğraşır ama ne mümkün durduramaz ve hepsini kırar. “Sen kenarda dur” der kadı. Amele kenara çekilir. Ustayı çağırır “Sen niye bundan fazla para alıyorsun” der? Usta “Efendim ben mahirim ustayım o amele herkes hakkını alacak” der.
Kadı 5 yumurta daha ister bu sefer ustaya derki “Al şu yumurtaları üst üste durdur” der usta yumurtaları alır kadı efendinin yanında duran sobadan biraz kül çıkarır. Su testisinden biraz su döker, külü çamur yapar yumurtaları o çamurla üst üste dizer. Kadı ameleye döner “İkinizin arasındaki para farkını gördün mü” der? Amele de “Gördüm efendim özür dilerim” der ve gider işte maharet ustalık böyle olur.
Dedim ya bizim köylerde her şeyin ustası vardı, olmak zorunda idi. Büyük köydü her şeyi o zamanın zorluğunda başkalarından temin etmek zordu. Nalbant vardı, at ve eşeklerin hatta öküzlerin ayaklarına nal çakardı. Semerci vardı, merkeplere atlara katırlara semer dikerdi. Kalaycı vardı, bakır kapları kalaylardı. Dokumacılar vardı, çuval dokur, kilim dokur, hayvanlara kolan ve paldım (semere bağlanan tutacaklar) dokur bunları genelde annelerimiz yapardı. Saraç vardı, kundura tamircisi vardı. Yani hani bir söz vardır atalarda “Canavara yani kurda sormuşlar, “neden senin boynun çok kalın?” diye. “Ben kendi işimi kendim yaparım da ondan” diye cevap vermiş.
Onun gibi bir zamanlar köylerde herkes kendi işini kendisi yapardı. Şimdi herkes birilerinden medet bekliyor işin hep kolayına kaçıyor. Güzel pişmaniye yapan ustalar vardı. (Bunlardan birisi de ben idim) Arabaşı yapanlar vardı. Neler vardı neler… Şimdi bu sanatların hepsi birer birer tarihe karıştı, ustaları gitti yerlerine yenileri gelmiyor. Benim eskiden beri çok zevk aldığım bazı şeyler vardı. O da şu idi eski adamlarla büyüklerle çok sohbet ederdim. Onlardan çok şey öğrendim. İyi de yapmışım. Şimdi onlardan dinlediğim çok kıymetli bilgileri sizinle paylaşıyorum. Yılın nasıl geçeceğine dair bir sohbette merhum büyüklerim tecrübeleriyle yağmurun yağışını şöyle anlatıyorlardı:
Gece yağar gündüz açılır ise yıl düzün
Gündüz yağar gece açılırsa yıl bozgun
Evde, herif söyler avrat dinlerse ev düzgün
Avrat söyler herif dinlerse ev bozgun
derlerdi. Benim gördüklerime ve tecrübelerimle edindiğim şeye göre bu sözler çok doğru ve akılda kalacak sözlerdir.
Bir evdeki yaşam halinin nasıl olacağına dair yine eskilerden bir güzel söz:
Bir evde sabah heriften önce kalkarsa avrat
Bir işi buyurmadan yaparsa evlat
Dehhh demeden yürü ise altındaki at
Düğün senin evinde ne yapacaksın başka düğünü, gir oyna çık oyna
Eğer sabahleyin heriften sonra yataktan kalkarsa avrat
İşi buyurduğun halde bir türlü yapmazsa evlat
Dehhh diye mahmuzladıkça yürümez ise altındaki at
Ölü işte senin evinde ne yapacaksın ölü evini gir ağla çık ağla
derlerdi. Çok da doğru söylerlerdi herhalde.
Bir köşe başına otururdu ihtiyarlar. O zaman para kıt paket tütün alıp içmek hayli zor. Kaçak tütün ekerler tarlaların gizli yerlerine onun yapraklarını incecik kıyarlar tütünü dabakaya doldururlar, bol bol içerler o da terbiye edilmemiş olduğu için bir tuhaf kokardı. Birbirlerine şöyle sitemkâr ve alaylı takılırlardı azıcık zengin olup da paket tütün içenler: “Gine tekesi tekesi kokuyon bırakıvırmadın şu gırık tütünü sen de hay len beee” deyince öbürü lafın altında kalmamak için “Oğlum -veya yaşına göre- gardaşım bu dünyadan tat almak için benim gibi olacan” derdi. “Nasıl yani?” diye sorarsanız “Dakım erik tütün gırık avrat da yörük olursa adama bu dünyada ölüm olmaz, demiş atalarımız heç duymadın mı sen garam” diyiverirlerdi. Ne hoş ne güzel sohbetlerdi, Allah’ım. Yokluklu ama ne kadar sevecen insanlardı onlar…