Çanakkale Şehidi'nin mektubu

Çanakkale Şehidi'nin mektubu

İsmail Detseli kocaları Çanakkale'de şehit düşmüş zifafsız şehit yavuklularını yazdı...

Gerdeğe girmeden dul kalan şehit yavukluları

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor
Bir hilâl uğruna ya Râb ne güneşler batıyor!

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökden ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Çanakkale savaşlarının 94. yıldönümü münasebeti ile tüm şehitlerimizi rahmetle, minnetle anar; onların biz acizlere şefaatlerini nasip etmesini Cenabı Hak’tan niyaz ederim.

Hiç evlenmemiş zifafsız dullar da denebilir, o eli öpülesi sevgiyi bilen, erim diyeceği daha koynuna girmeyen, eşine bir ömür boyu saygı duyan, Osmanlı kadını analarımız bacılarımız ablalarımız. Şimdi eskilerden dinlediğim ve bizzat kendisi ile görüştüğüm, bilgiler aldığım bu hatunlardan bir merhumenin anlattıkları geldi hatırıma. İşte okuyun ve geçmişlerimizin atalarımızın değerini, aşkını, sadakatini bu günlerle kıyaslayın. O yılların zorlukları, yoklukları, çalışma güçlükleri, ekmek kıt, giyecek yiyecek yok! Öyle bir dönemki yaşamak bile insana eziyet sayılabilirdi. 1894 doğumlu idi. 1895 doğumlu köylerinden çeşmecilerin oğlu Ahmet ile 1914 yılında nişanlanmışlardı anası babası. O yıllarda ve daha sonraları da kızın yaşının oğlandan bir iki yaş fazla olması pek yadırganmazdı. Çünkü böyle hamarat ve dürüst kızları analar çabuk teşhis eder ve gelin olarak almayı arzulardı. Fatma’nın yaşı bir yaş büyüktü ama çok saygılı ve çalışkandı. Köylerde adettendir kızla oğlan birbirlerini söz kesildikten sonra hiç görmezler konuşmazlar birbirlerine gidip gelmezlerdi. Aileler, kız ve oğlan Fatma’ya kısaca bazı köylerde habbıç filanda deyiverirler buna da öyle denirdi kızlar ve kadınlara arasında. Köylerde her ailenin bir lakabı vardır. Onlara da sağırlar derlerdi. Zaten aynı köyde büyüdükleri için kızda oğlanda birbirini tanırdı. Fatma ile Ahmet in sözü kesilince birbirini anane gelenek ve töre adabından görmek isteseler de buna müsaade etmezdi o kör olası töre. Zaten bunlar bir yerde maazallah konuşurken bakışırken işmar ederken bir başkaları tarafından görülseler büyük bir skandal. Köy âdeti, kız ve nişanlandığı oğlanın ailesinden ve yakınlarından köşe bucak kaçardı tabiri caizse. Bu benim yetiştiğim 50’li yıllarda da böyle idi. Bir seferinde çok iyi hatırlıyorum yaşım 6-7 filandı birkaç kadın kız ile bir tarladan gelirken yanımızda beraber gelmekte olduğumuz bir abla hemen yanımızdaki bulunan bir duvarın ardına saklanıverdi. Ben şaşırdım tabi yanımdaki kadınlara sordum yenge bu abla neden saklanıyor diye? “Oğlum karşıdan sözlüsü geliyor görmüyonmu ondan saklanır kızcağız” dediler. Ben o zaman hayret etmiştim ama bizde gençlik çağımızda bunları yaşadık işte böyle idi köyler.

Yıl 1914 demiştik ya koca cihan şümul Osmanlı İmparatorluğu, azgın kurtlar gibi salyalarını akıtarak üzerine saldıran düşmanlarına karşı onlarca cephelerde savaş açmış dünya kazan gibi kaynıyor her taraflar kan ve barut kokusu bu asil devleti Osmaniye’ye aşırı bir düşmanlık ve kıskançlık var dünya devletlerinde hâsılı dünya karışık. Fatma’nın nişanlısı olan oğlan tarafı acele ediyor bir an evvel çocukların düğününü yapalım diye. Ama buna karşılık kız tarafı ise işlerin çokluğundan ailenin başka yetişkin iş yapacak çocukları olmadığından nazlı davranmasıyla ne yazık ki düğün bir yıl kadar ertelenir. Derken oğlan Ahmat ile kız Habbıç’ın aşk ateşi düşen yürekleri bir yıl daha buna dayanmak zorunda olduklarını anlarlar. Ama her ne kadar birbirlerini töre gereği görmemek için birbirlerinden kaçsalar da yinede aşk bir yerde galip geliyor artık. İkisi de köydeki her yaptıkları hareketlerini takip edip sağdan soldan haberdar olabiliyorlarmış.

Şöyle demişti Fatma yenge bana bir seferinde köyde filanın oğlu ile falan köyden bilmem kimin kızı evleniyorlardı. Tabi gelin başka köyden bizim köye geliyordu. Bizim dağ köylerinde bu tür komşu köylerden gelen gelinler için düğünlerde tertip edilen bir görenek vardır ki buna alay giyinmesi denir. Bu 1960’lı yıllara kadar devam etti. Zamanın gençleri ki o yıllarda çok gencimizde yok zaten hepside cephelerdeler ama yinede o cenk havasından vazgeçilmez. O düğünler öyle görkemli yapılırmış. 1900’lerde Osmanlı gençleri zamanın giysisi olan devleti Osmaniye’nin kullandığı işlemeli görkemli elbiseler Çuha, Cepken, Dizlik(don) bacaklara sarılan yün örmesi Dolak. Belde şal kuşak başlarda püsküllü fes fesin etrafında dolanmış serpuşun uç fazlası başın sağ yanından omuza doğru sarkmış vaziyette bir güzellik sergiler. Dizlere kadar çekilmiş kar gibi beyaz yün çoraplar önce köy meydanında toplanılır alaya katılacak herkes atıyla silahıyla gelmiştir. Ellerdeki silahlar bir kenara bırakılır atlar bağlanır ellerde kılıçları vardır hepsinin. Cepkenin yenleri (kollar) kenarlardan sarkar öyle heybetli bir görünüş sergiler ki o yiğitler çalgıların vurduğu cenk havaları ile delikanlılar doyasıya oynarlar. Sonra eyerlerin püskülleri yerlere kadar sarkan kuyrukları arkadan düğümlenmiş olarak kenarda bağlı duran atlara binilir. Artık zaten atlarda coşmuştur silah sesleri ile bir koşuşturma başlar ki meydan kış ise karların etrafa dağılması kar yok ise yine ortalık toz duman olur. Köyden oğlan tarafının ileri gelenleri konu komşu ağır azam insanlarla hep birlikte kızın köyüne gidilir gelin kız evinden alınır. O köylülerde bu görkemli kalabalık atlıların gelişi ile düğünden gurur paylarını alırlar ve önde davul kırnata yanda dayı kaynata atın üzerindeki gelin hanımı sıkıca tutarlar ve gelin eve gelir dedik. Ama Fatma yengenin anlattıklarını pas geçiyorduk nerdeyse. İşte o düğün olurken Fatma kızın evi köylerindeki halkın toplandığı meydanına bakmaktadır oda yavuklusu Ahmad’ın köy meydanında efesi giysileri ile oynayışını evlerindeki meydanı gören gizli bir delikten doyasıya seyretmiş ve yiğit yavuklusu Ahmad’a olan aşkı bir kat daha artmış düğün gününü daha bir heyecanla beklemeye başlamıştır.

HAYALLER SUYA DÜŞÜYOR
Artık aileler düğün nasıl olsa seneye kaldı diyerek dünya meşakkatine ve köyün zor ağır işlerine dalmışlar ama zaten çok akıllı ve de dini değerlerini iyi bilen Allah adamı denen Fatma kızın içersine bir köz düşmüş ki bu közün ateşini söndürmek durdurmak mümkün olmuyormuş. Her gece uykusuz duraksız geçiyor sanki başına bir felaket gelecekmiş ya da Ahmad’a bir şeyler olacakmış sanki kavuşmaları hayalmiş gibi ciğerinin başı yanarmış. Ama gündüzleri yine o telaş ve iş yoğunluğundan biraz unutur gibi olurmuş dertlerini. Nihayet düğün zamanına dört ay kadar bir zaman kala 1914 ün güz aylarında zaten ardı arkası kesilmeyen harplerin en yoğunu olacağı bilinen kestirilen Çanakkale savaşının kokuları gelmeye başlar. İşte bundan sonra anaların babaların genç yavukluların ciğerine bir od düşer ve nihayet beklenen olur devleti Osmanî’ye Ahmad’ı eksere çağırıverir. Çünkü bütün aç gözlü devletler Anadolu üzerindeki kirli işgal emellerini gerçekleştirmek için İngiliz i Fransız ı Avustralyalısı Anzak’ı bütün güçlerini bu ufacık yarım adanın etrafına yığmış Anadolu ya geçebilmek için karadan denizden havadan saldırıya hazırlanıyormuş. Eee artık Osmanlı gençlerinin evlenme zamanı değil bütün gayeleri dertleri vatanı ve onun namusu korumak yurdun her karış toprağını müdafaa etmek zamanıydı. Bütün ülke gençleri gibi Ahmat’ta eksere alınır. Ama daha gitmeden bir fırsatını bulup gecenin bir nısfında sanki haberleşmişçesine bir evin karanlık yerinde Fatma ile Allahın işi buluşup helalleşirler ve ertesi gün Ahmat ekser olur gider ve 57. alay emrine verilir tabi. 57. alay direk Çanakkale ye gitmiştir merhume Fatma yengenin anlattığına göre de doğrudan harbe girmişler. Böyle derdi o mümtaz kadın Fatma yenge içini çekerek tutuk tutuk konuşarak ve devam ederdi Ahmad’ım yağız yavuklum ilk gedişinde bir mektup atmış anacığına. Şöyle demiş anacığım biz 57. Alay olarak Çanakkale ye geldik ve her an çatışmalar başlaya bilir. Onun için Anam gidip de gelmemek var gelip de görmemek var. Sen ve bubam ne olur bana hakkınızı helal eyleyin. Yavuklum Fatma’ya da söyleyin beni beklesin şayet sağ salim kalırda dönersem inşallah izdivacımızı gerçekleştiririz.

Mektubuma cevap yazmayın çünkü yerim belli değil ben esas yerimize yerleşince yine yazarım sizleri yüce Allah’a emanet ediyorum. Oğlunuz Ahmat diyormuş yazılarının sonunda o zaman eski yazı vardı. Guzum böğünkü gibi yeni yazı yoğudu. Kim dedi bunları? Gayınnam dedi. Mektobu medreseli Hakkı emmiye okutmuş bana da selamı varmış yavuklumun. Sonra? Soğnamı 3 ay kadar geçmişti Ahmat’tan bir mektop daha gelmişti onu da Hakkı efendiye okutmuş gayınnam orda da anacığım buraların yazı geliyor geliyor da düşmanların kışı da geliyor üzerimize. Çarpışmalar çok yoğun başladı anacığım emme bizleri merak etmeyin bu necip milletin evlatları kıyasıya savaşarak aslanlar gibi karşı koyuyoruz düşmanlara. Hatta anacığım size şunu söylemek isterim burada ki yeni yaprak ve çiçek açmış olan ağaçların çiçekleri yaprakları hatta yerdeki otlar bile vatan müdafaasın da bizimle beraberler. Düşman çizmesini onlarda istemeyyor. Bunu bizleri korumak ve düşmana göstermemek için üzerimize abanmalarından örtmelerinden anlıyoruz derimiş Ahmad’ım. Peki, Fatma yenge hep gayınnam okutur mektopları diyorsun neden. Hep gayınnan kaynatan olacak yok mu? Var var emme Ahmat düğünün yapmadan evlenmeden ekser oluverince adam üzüntüden nüzül oldu inme indi sağ yanına. Yer içer emme yatalak hep yatakta o dedi. Peki, maddi durumları nasıl sizler hala bu aileye gidip geliyor muydunuz dünürlerinize? Maddi durumları eyi eskiden tedarikleri birikimleri var zaten halleri vakıtları yerindeydi bizde gider geliriz tabi Ahmat ekser olunca onlardan kaçmama gerek kalmadı artık bende onların bir evladı sayılırım Ahmad’ım sağ dönerse zaten evleneceğiz. Sana yavuklun ayrı mektup yazdı mı heç? Yok yazmadı emme mektop yazmasına gerek yok ki, Neden? Ben onunla Allah’ın hikmeti her saat her saniye beraberdim sankim. Onunla her an konuşuyor görüşüyor hemhal oluyordum. Ahmad’ın oralarda neler yaptığını ne durumda olduğunu kiminle nasıl savaştığını gözümle görüyordum sankim. Allah bana öyle bir gönül gözü bahşetmişti işte. Oysa Fatma yenge doğduğundan beri iç Anadolu’daki köyünden hiçbir yere çıkmamış ama sanki bir Çanakkaleli gibi Gelibolulu gibi bütün harplerin yaşandığı mıntıkaları savaş alanlarının biliyor Kilit bahir i Aziziye tabyasını Hamidiye tabyasını Anzak koyunu Soğlayı zıgın dersini sargı yerlerini. Bir bir sayabiliyordu aradan onlarca geçmiş yıla rağmen.

Ve şöyle bir anıyla devam ediyordu:
Bir gece yatağımdan aniden fırlayıp kalktım. Çok fena korkmuştum. Çünkü Ahmad’ım düşmanla savaşıyordu çok sıkıntılı bir durumdaydı. Arkadaşları ile kalabalık bir düşman saldırısına maruz kalmışlardı. Bizimkiler bana görünenlere göre tam 70 kişilerdi. Düşman ekserleri ise onların belki üç katı vardı. Çok büyük bir mücadele verdiler ve onca düşman askerinin muhasarasından 3 şehit ile kurtulmayı başardılar diyebiliyordu. Belli ki oda yavuklusu ile harbin içersinde ve onlarla birlikte cenk ediyordu.

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâ da eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya

Bu olaylar belki Fatma’nın gönlünde günlerce sürmüştü anlattığına göre. Devam ediyordu bir gece Ahmat Fatma’nın karşısına uzun beyaz bir gömlek ve çok uzamış bir boy nur gibi bir yüzle görünmüştü Fatma korktu bu bir şehit görüntüsü idi. Ve öyle olmuştu çünkü Ahmat Fatma Fatma diye seslenmişti. Buyur yiğidim dedi Fatma. Beni bu gün melekler alıp bilinmeyen ama çok güzellikleri olan bir yerlere götürdüler ama sakın onlara kızma kıskanma beni onlardan çok mümtaz yaratıklar bana güzel hizmet ediyorlar demiş ve gözden aniden kayboluvermişti. Sabah kalktığında Fatma’nın ciğeri püryan olmuştu artık o biliyordu ki çok sevdiği yavuklusu Ahmat ı şehit gibi bir görünümdeydi. Bunları söylerken sustu Fatma yenge, sonra şehit mi olmuş gelemdi mi dedim? Bilmem herhalde, çünkü ne kendisi ne de künyesi geldi öylece bekledik. Peki, yakın köylülerden bu köyden başka giden yok muydu bu harbe? Vardı vardı tabi olmaz olur mu, onlardan da gelenler olmadı mı sormadınız mı Ahmad’ı görmemişler mi? Sormuş gayınnam olacak kadın gelenlerde zaten pek kendinde değillerdi çoğu sakat ve yaralı gazilerdi sapa sağlam heç gelen olmadı. Gelenlere de sorduk o hengamenin içersinde adamlar yanındakileri bilem görememişler kim görecekkk dedi ve birde espri yaparcasına bir gerçeği fısıldadı. Ben bile göremedim her gün yanında onun gönlünde iken dedi beni bir daha şaşırttı demek ki bütün savaş buyunca Ahmad’ı ile birlikte imiş Fatma yenge merhume.

AHMAT KURTULUŞ SAVAŞINDA DA VARDI
Yine Fatma yengenin yavuklusu zaman zaman yıllarca hep karşısına çıkmış hayalinde ve daima görüşmüşler öyle derdi. Çanakkale harpleri bitti Ahmat dönmedi ve nice Koçyiğitlerimiz nice aslanlarımız şahadet şerbetini içtiler ve dönmediler yuvalarına kadınlarına anaların babalarına.

Peki, sen başka kimseye gönül vermedin mi evlenmedin mi seni isteyen olmadı mı buralarda bir daha? Olmaz mı, bütün köyün hatta civar köylerin delikanlıları bile istedi beni hepside genç ve benden küçüklerdi. Benim aryalarım harplerde şehit olmuştu. Anam babamda isirar ettiler çok evlen deyi emme ben zaten Ahmat’la evliydim ki. Nasıl olur? Ne olacak onu her gece rüyamda görüyordum onunla hep konuşuyordum, dertleşiyordum. Bu böyle devam ederken sonra aradan birkaç yıl daha geçti yine azmış düşmanlar tarafından gerek hile ile gerekse savaş ile ülke toprakları masa başında pay ediliverdi o zalim gavurlar tarafından. Emmeee. Guzum bu Türk milleti yani bizler var ya çok asil bir milletiz çok onurluyuz esaret asla bizlere göre değil. Bu topraklarımızın paylaşılması durumu çok tedirgin etmişti necip milletin evlatlarını. Vatan ve namus yurt söz konusu idi kadınıyla kızıyla kızanıyla erkeğiyle çocuğuyla öyle bir savaşa başladık ki açlık susuzluk yoksulluk hiçbir şey bizi yıldırmıyordu. Atatürk’ün etrafında toplanan Osmanlı artığı herifler genci ehtiyarı hepsi birer aslan kesiliverdiler. Adeta kuru kavaktan düdük çıkarır gibi bu cennet vatanımızı düşmanlardan kurtardılar ama kiminle? Haa onu da unutmadan söyleyeyim. Kurtuluş savaşı başlayana kadar Ahmad’ım benimle pek sık görüşmedi çok bi üryama girmedi emme benim hep gönlümdeydi. O zor yıllarda gene düşünceli yatmıştım gece döşeğime. Gecenin bir nısfında ayağımdan şöle dürten oldu. Ve kısık sesle Fatma’m Fatma’m diyordu birisi. Ses Ahmad’ımın sesiydi hemen yataktan fırladım. Buyur yiğidim buyur aslanım dedim. Kendisi yok sesi vardı sankim yanımda. “Benim can sultanım eve gelemem biz çok kalabalığız bin kişi kadar varız. Afyon cephesinde askerlerimiz dardalar. Bizler kocatepeye gidiyoruz onlara yardım edeceğiz sen yolumuzun üzerinde idin. Sana ondan uğradım helallik istiyorum duanı bekliyorum. Arkadaşlarımdan 5 takkalık izin aldım. Hadi Allaha ısmarladık ordumuz milletimiz için dua et” dedi sesi kesildi. Ben ürkü ile var git yiğidim güle güle gazanız mübarek ola dedim ve pencereye uzandım baktım ki yeşil yeşil elbiseli binlerce kişi kuş gibi havada uçarak cenuba (kuzeye) doğru yol alıyorlardı. O gece hiç uyumadım sabaha kadar dua ettim savaş boyunca da Ahmad’ımın gezdiği savaştığı yerleri onunla hep gezdim gözümle gördüm. Kocatepe Dumlupınar dağlar taşlar ayağımızın altına geliyordu kendiliğinden. En son İzmir’e vardık. Peki, sen evvel bu dediğin yerleri İzmir’i filan heç gördünmü? “Nereden göreyim nerden bileyim a guzum ben doğdum bu köyde öleceğim bu köyde nasip olursa. Heç bir yere çıkmadım buradan ben” derdi. Allah isterse insana neleri bahşeder değil mi? Sordum sonra o köylülere Fatma yengeyi 70’li yılların ortalarında hakkın rahmetine kavuştu dediler. Allah rahmet eylesin rabbim bizleri onların şefaatlerine nail etsin. Burada yılardır bir dostumdan mail olarak aldığım bir Çanakkale şehidi mektubunu da yayınlayım okuyun. Saygılarımla

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur ankâz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdîlere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!


(ayrı bir bölüm içinde verelim)

BİR ÇANAKKALE ŞEHİDİNİN SON MEKTUBU

Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı. Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedası ile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu. İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri: Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi. Pekâlâ, dedim. Aldım baktım, sütlü çay... Emir erim Mustafa ya Mustafa bu sütü nereden aldın? Dedim. Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu? Evet, dedim. Evet ne kadar güzel. dere kenarında hakikaten bir sür otlayarak gidiyordu İşte onun çobanından 10 paraya satın aldım. Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim. Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor? Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi." Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür. Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir. O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu. Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm. Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim : -Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Yüce Allahım Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur. Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!" Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi. Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı? (çarpışırım şehit olurum) Kadir'e mektup yazdım. Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat'iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin. Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim., bu dünya böyledir. Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister. Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.

Hasan Etem

17 Nisan 1915