Temelkuran'dan yeni TÜRKLÜK tanımı

Temelkuran'dan yeni TÜRKLÜK tanımı

15 dakikalığına BEN ERMENİYİM de, 15 dakikalığına BEN KÜRDÜM de...

Yeni kitabı “Ağrı’nın Derinliği”nde Ermeni meselesine bakan gazeteci Ece Temelkuran: “15 dakikalığına Ermeni olduğunu düşün. Yeni Türklük tanımı bu olmalı belki de. 15 dakika Kürt olduğunu düşün, 15 dakika Süryani, 15 dakika Yunan... Kitap, bunların bize ‘günah’ olduğunu nasıl öğrettikleri ve bizim bunları nasıl farkında olmadan taşıyor olduğumuz ile ilgili aslında”

Kimi ağrısından beslenir;
o yüzden ne kadar yüksekse o kadar iyidir. Kimi için ise ağrısına baktığında gördüğü derinliktir önemli olan; belki de o derinliktir asıl ağrıya neden olan. Biraz karışık, biraz karıştırılmış bir konu, hayatlarımıza sızmış. İçlerinde biri var ki 93 yıldır; başka başka adlarla, sızlıyıp duruyor: En bilinen adıyla Ermeni meselesi.

Yakın tarihine, yürekli bir gazeteciyi de gömmüş bu hepimizin ağrısını anlatmış Milliyet yazarı Ece Temelkuran yeni kitabı “Ağrı’nın Derinliği”nde (Everest Yayınları).

Milliyet’te yazı dizileri olarak yayımlanan; Ermenistan, Paris, Amerika üçgenindeki izlenim ve söyleşileri içeren yolculuklarla başlamış her şey.  İlk niyet  “Ermenilerin kalbini anlamak”mış. Ama Hrant Dink‘in ölümünden sonra, ağrısının acısıyla kalemine tutunan yazarın, kendi kendini tedavide “yol arkadaşı” olmuşlar. Hayatın kestirilemezliği bu ya; ikinci yolculuk Temelkuran’ı “hayat arkadaşı”yla da buluşturmuş.

Şimdi bütün bu hikaye, bütün ayrıntılarıyla bir kitapta. Yine roman gibi tasarlanmış, kurgusuyla, diliyle usta işi bir Ece Temelkuran klasiği. “Evlerinizden çıkarak” okursanız, çok ağlayacak, çok gülecek, sorularınızı çoğaltıp kimbilir belki de ağrılarınızı bir parça hafifleteceksiniz...

Ermenistan’ın en yaşlı şairi Silva Gabudikyan’ın sözü: “Ararat sizin için bir yükseklik meselesi, bizim içinse bir derinlik meselesi.” Size ne hissettirdi ki bu söz, kitabın adına kadar sızdı?

Dağların yüksekliğiyle çok ilgileniyoruz. Bize öğretilen Türk kimliğiyle de ilgili bir şey belki. Kitabı yazarken düşündüğüm, dağları bu denli yüksek kılan şeyin aslında dibinde saklananlar olduğuydu. Çok hatıra var bu dağların dibinde, kötüsü de iyisi de... O yüzden Ağrı çok yüksek. Türkçeye başka bir dilden bakınca görülüyor; Ağrı aynı zamanda acı anlamına geliyor. Bir acı dağı orası. Hakikaten bir acı var ve bu acının bir derinliği...
Toprakları, sözleri acıların üstüne örte örte dağı çok yükseltmiş olabiliriz ama derinine bakma zamanı geldi bence. Ve bence Türkiye’de bugün insanlar mırıltı halinde bakıyorlar o dağın dibine, hatırladıklarını birbirlerine fısıldıyorlar. Yüksek sesle söylemediler, o kadar.

Kitabın başından beri suçluluk duymadığınızı vurguluyorsunuz. Sadece Hrant Dink’in öldürüldüğü gün “Baktım ayakkabılarımda arkadaşımın kanı, suçum gövdeme sığmadı” diyorsunuz. Neydi ki sizin suçunuz?

Yeterince koruyamadık. Onu korumaya yeterince çalışmadık. İnsan doğası böyle; sana doğru kötü bir şey geliyor ama sen bunu görmek istemiyorsun. Memlekette o kadar vahşet dolu şeyler oluyor ki normalleşiyor bir süre sonra. Biz dalga geçiyorduk bana gelen tehditlerle o günlerde. Sana birisi seni öldüreceğim dediğinde sen bunu normal bir şey gibi algılıyorsun.
Bu normalleşmeyi suçun bir parçası olarak hissetmeli insanlar. Hâlâ da suçlu hissediyorum. Galiba biraz da kendimi tedavi etmek için yazdım bu kitabı. Hrant için bir şey yapmak istedim. Üstelik daha yapılacak çok şey var. O suçu affettirmeye bu yetmez. 

Bundan önceki kitabınızda “Yollara evlerimizi anlamak için çıkılır,” diyordunuz ama yeni kitapta “İnsan evsiz kalmasın ölmek ne ki” diyorsunuz. Yani ev metaforu giderek değişiyor.

Değişiyor. Özellikle bu kitapla değişti aslında. Yazmak için Oxford’a gittim. Böyle bir konuyu evin bütün alışkanlıklarından ve sınırlarından kurtulmadan yazamayacağımı düşündüm. Türkiye’nin ve Türk olmak denen evin sınırlarının dışında yazmam gerekiyordu.
Orası, düşünmeye gelen insanların yarattıkları bir evsizlik mekanı aslında. Bu yüzden de orada yazarken hem bu kitap hem de evin benim için anlamına dair önemli ipuçları buldum. İnsanların sırtlarında taşıdıkları evlerinin, dünyaya bakarken onlara nasıl körlükler ve nasıl bozuk görüntüler sunduğunu, bütün dünyadan gelen insanlara bakarak anlama şansım oldu.

Ev neydi, ne oldu?

Hemen geri dönülecek bir yerdi ev. Şimdi ise evin dışında da bir hayat kurmak gerektiğini düşünüyorum. Ev, evinin sana bellettikleri senin ne kadar dibine iniyor? Bu sorunun hakiki anlamdaki cevabını, evin dışına çıkmadan vermek mümkün değil. Mesela, birçok insan yurtdışına çıkınca milliyetçileşir. Bir anda Türk olmakla ilgili başka bir taraflarını görürler. Bütün Türkiye’yi temsil ediyormuş gibi konuşmaya başlarlar. Neden? Neden evimiz bizi böyle yükler altında bırakıyor? Öyle bir ev tarif edelim ki ne “vatansever” olarak içine hapsolmak zorunda kalalım ne de “hain” olarak dışına atılalım. Böyle bir ev tarifi için düşünüyorum ben. Böyle bir ülke ve aidiyet tarifi. Çünkü Türkiye’ye ve Türk olmaya yeni bir  tarif gerekiyor. Ben bu ülkeyi seviyorum, o da beni geri sevsin istiyorum.  Ama bu haliyle bu çift taraflı aşkın mümkün olmadığını gördüğüm için yeni bir tarif gerektiğini düşünüyorum. Benim sevebileceğim kadar beni sevebilecek bir Türkiye!

“Ülkenin direkleri zaten yıkılıyor şu anda”

Kitabınızda bugün Ermenilerin “olmayan” evinin direği için “acıyı hatırlamak” diyorsunuz. Türklerin evinin, bir anlamda, direği ise “acıyı unutmak”. Yeni bir ev kurmak için direkleri yıkmak lazım. Ne biri hatırlamaktan ne de diğeri unutmaktan vazgeçecek gibi görünmezken bu mümkün mü?


Bu ülkenin direkleri zaten yıkılıyor şu anda. Türkiye’nin kurucu söyleminin tam anlamıyla değiştiğini düşünüyorum. 1980’den beri bu ülkenin direkleri çok ciddi olarak yıkılıyor. Ya da bu ülkeye dair kurulmuş hayallerin direkleri, yıkılan; ikisini ayırt etmek güç. Bugün insanların yaşadığı olağanüstü memnuniyetsizliğin ve olağandışı belirsizliğin, endişe duygusunun nedeni bu.
Bu ülke değişiyor. Kimlikler de... Bizim bu değişimin içine girip bundan memnun olmayan insanlar olarak, Türk olma tarifine kendi istediğimiz şekilde nasıl katkıda bulunabiliriz, bunu düşünmemiz gerek.

Aynı kimlik tarifi değişikliği Ermeniler için de geçerli mi?
O cephede de bir farklılaşma var elbette. Bu meselenin taraflarının Ermeniler ve Türkler olduğu  zannediliyor. Evet iki tarafı var meselenin: Kavga etmek isteyen Ermeniler ve Türklerle bu işi konuşmak isteyen Ermeniler ve Türkler. Eskiden Ermeniler ve Türkler bu konuda birbirlerine saldırmış olabilir. Ama şimdi en çok saldırılan kesim, evlerinin dışına çıkarak bu işi oturup konuşmak isteyen, hikayelerini anlatmak isteyen insanlar. Bunu Ermeniler arasında da görüyorum.

Kitabınız Ermenilerle ilgili neleri bildiğimizi ya da neleri bildiğimizin farkında olmadığımızı düşündürüyor...
Bu kitap bu yüzden yazıldı zaten. Okuyan herkesin bir tür “hatırlama yolculuğuna” çıkmasını istiyorum. Bu konuda ne hatırlıyorsunuz? Ben insanların herhangi bir şeyi kabul etmelerini ya da geçmişte olanlara bir ad koymalarını beklemiyorum.

Sadece düşünün; mesela “Ermeni” sözcüğünü duyunca yaşadığınız gerilim size nasıl, ne zaman öğretildi? Kendi fikriniz sandığınız şeyler kendi fikriniz mi? Size ne öğrettiler ki bu insanların bugün nerede olduğunu düşünmemeyi öğrendiniz? Ben diyorum ki evden dışarı çıkın ve kendiniz olarak düşünün bunları.

“Türklere ‘korkunç’ ya da ‘şahane’ diyerek olmaz”

Röportajlarda her iki tarafın da sizi “Sen Türk değil misin?” şeklinde azarladığını görüyoruz. Bu da ister istemez Türk olmak nedir sorusuna getirmiş sizi. İki gruba da cevap olacak bir tanım yapabildiniz mi?

Bazılarımız, yurtdışında sorulduğunda “Ben Türkiye’den geldim” derler. İstanbul’dansa daha da havalı; İstanbulluyum diyebilirsin o zaman. Ben de aynı şeyi yapıyorum. Niye böyle diyoruz biz? Bize başka bir şey lazım. Benim yaptığım da onu bulmaya çalışmak. Dolayısıyla evinden dışarı çıkıp kendin olarak var olman gerekiyor ki bu Türk denen şeyle yüzleşebil.
Dediğim gibi yeni bir tanıma ihtiyaç var ama bu tanımı  ne “Türkler korkunç” diyenler yapmalı ne de “şahane Türkler” diyenler...
Bu ülkenin günahlarını ve sevaplarını bilen, bunları sırtında taşıyan insanlar yapmalı “biz”in tarifini. Mesele, sana Türk olmakla ilgili öğretilen her şeyden 15 dakikalığına dışarı çıkabilmek. Buna 15 dakika katlanabilirsen her şeyi çözersin kafanda.

15 dakikalığına Ermeni olduğunu düşün. Yeni Türklük tanımı bu olmalı belki de. 15 dakika Kürt olduğunu düşün, 15 dakika Süryani, 15 dakika Yunan... Kitap, bunların bize “günah” olduğunu nasıl öğrettikleri ve bizim bunları nasıl farkında olmadan taşıyor olduğumuz ile ilgili aslında.

“Böyle şahane bir adam evlenme teklif etmiş, ‘Hayır’ mı diyeceksin? Evet dedik doğal olarak!”

Teşekkür bölümünde “Ermenilerin hikayesinin peşinden giderken tanışıp evlendiğim eşim” dediğiniz Özgür Mumcu’ya da atıf var...

Yazı yazan kadınların ya da hayatı yazı üzerinden yaşayan kadınların diyeyim, sıkıntısı yazıyı kıskanmayacak, azaltmayacak bir aşk yaşamaktır herhalde. Benim de öyle. O yüzden teşekkür ettim Özgür’e. Bir de yalnız başıma düşünüyordum ben. Hep öyle oldu. Oysa ne büyük bir trajedi bu, biriyle birlikte düşünmenin ne güzel olduğunu, görünce anlıyor insan.
Bu kitaba da katkısı sonsuzdur. Ama en önemlisi, Türkiye adlı çılgınlıktan bir süreliğine uzaklaşıp kitabı İngiltere’de yazmam konusunda arkamda oldu hep. Bir de yazarken çekilmez bir insan oluyorum, tahmin edileceği üzere. Belli bir mesafede durmak da bir erkek için müthiş bir olgunluk işi. Özgür bunu yapabiliyor.

Paris’te oturduğunuz kafenin önünden geçerken onu gördüğünüzde dağılıyorsunuz; devam eden konuşmaları dinleyemiyorsunuz bile...
O kadar değil ama tabii bakılmayacak gibi değildir kendisi!  

Geçtiğimiz kasım ayında sessiz sedasız evlendiniz. Hiç öyle evlilik isteyen bir kadın izlenimi vermemiştiniz aslında...

Özellikle evlilik değil ama sanırım birçok insan, içinde kendi yalnızlığının durabildiği bir ilişki ister. Özgür hâlâ Fransa’da olduğu için bizimki normal bir evliliğe benzemiyor doğal olarak. Necla Zarakol geçenlerde, “Pek görüşemiyoruz” deyince bir espri yaptı hatta: “Sürdürülebilir evlilik!” Çünkü bizimki evsiz bir evlilik. Göçebe. Ya tekerleklerin üzerinde ya da hep kanatlı. İngiltere, Fransa, Türkiye arasında bir yolculuk durumu. Öyle işte, bir “aşk” hali içinde gidip geliyoruz. 

Bu, evlenme kararını açıklar mı? Ülkelerarası bir aşk olarak da sürebilirdi.

Böyle şahane bir adam evlenme teklif etmiş, “Hayır” mı diyeceksin? Evet dedik doğal olarak!

“Ermeni kardeşlerimize ailece teşekkür ederiz!”

Ve sonra bir gün “Ece evlendi” dediler, hepsi o. Ne düğün ne evlendim röportajları...
Eğer şöyle anlı şanlı düğün yapsaydık ikimize ait bir tarafı kalmayacaktı. Biz ikimize ait bir şey olsun istedik sanırım. Beni sadece “Ece” olarak, onu da sadece “Özgür” olarak bilen eski arkadaşlardan ve sevdiklerimizden oluşan bir grup çağırdık. Ama onlar bile, gelince öğrendiler evleneceğimizi. Sürpriz
nikahtı yani.

Herkese tavsiye ederim. Böylece bir sürü saçma ayrıntıdan kurtuluyorsunuz ve sadece iki kişi tasarlayabiliyorsunuz evlilik töreninizi. Herkes bir yemek daveti zannederek geldi ve ne olup bittiğini anladıklarında iş işten geçmişti, evlenmiştik. Hatta bir arkadaşımızın nikahla ilgili yorumu şudur: “Başka bir düğün mümkündür!”

Törenin en etkileyici yanı?
İkimiz de hayli konuşkan olduğumuzdan konuşmalar yaptık nikahtan önce. Normalde aile büyükleri yapıyor galiba o konuşmaları ama bizim bu son derece “devrimci düğünümüzde” elbette kendimiz konuştuk. Törenin en etkileyici anı da Özgür’ün benim için yaptığı konuşmaydı. Bir de, anneannem, bana büyükanneannemin yüzüğünü taktı.
Herkesin ağladığı an sanırım bu ikisiydi. Sonra elbette her evlilik töreninde olduğu gibi fasılalarla ağlamalar ve gülüşmeler devam etti. Ne diyeyim? Ermeni kardeşlerimize böyle bir hayıra vesile oldukları için ailece teşekkür ederiz!
MİLLİYET