Taş Devri

Prof. Dr. Caner Arabacı

Pakistan-Türkiye ilişkisi kadar, başka devletler arasında yakın ilişkiler var mıdır, bilmiyorum. Devletlerarası ilişkiler gibi, halklar arası ilişkilerdeki yakınlık belki birçoklarını hasede sürükleyecek boyuttadır. Tabi durduk yerde gelişmiş değildir bu yakınlık. Kökleri tarihin derinliklerinde olan, meyveye durması gereken, kültür ve medeniyet değerlerinden beslenen ortak yönlerin desteklediği bir yakınlık..

 

Dili Urduca yani Ordu dili. Dini İslâm. Bayrağı, Ay-Yıldızlı. Başkenti İslâmâbad. Dostluk ve kardeşlik duygusu o kadar ileri ki, başkenti Ankara’yı model alarak kurulmuş. Şehrin en büyük bulvarı da Atatürk Bulvarı adını taşıyor. Başkentinin en büyük camiinin (Şeyh Faysal Camii) mimarı da bir Türk; Vedat Dalokay. Bu cami, etkileşimi yansıttığı için Konya’daki bir caminin de modeli olmuş.. Türkiye’nin başı ağrısa, yürekten üzüntü duyacak az sayıdaki ülkelerden Pakistan. Millî Şairi Muhammed İkbal, “Mürşidi”nin Mevlânâ olduğunu söylemektedir. Etkileşime bakın ki İkbâl’i okuyan Batılıların bir çoğu, onun aracılığı ile Mevlânâ’yı tanımışlar. Eva de Vitray Meyeroviç bunlardan. Âkif”in İkbâl sevgisindeki hasbilik kadar, Hint Kıtasının İslâm Şairinin, ünü İslâm Âlemini tutan Türk Millî Şairine merbutiyetini belirtmeye gerek yok. Bu yürek bağının sadece, devlet adamları, entelektüel kimseler arasında olduğunu sanmak yanıltıcı olabilir. 1972’de Akşehir İlköğretmen Okulu öğrencisi, yani lise çağında birisi olarak Akşehir içinde yürürken, bir grup Pakistanlı turist aracından inmiş sokağa çıkıyordu. İçlerinden birinin, sokaktaki sıradan vatandaş olarak bir kucaklayışı vardı: “Aslan Türk!” Kara-kuru, belki çelimsiz, orta boya yakın, herhangi bir ayırıcı özelliği olmayan bir gence bakış böyleydi. Hani şöyle iri, babayiğit, güçlü-kuvvetli, pala bıyıklı birisi filan değil.. Daha bıyıkları bile yeni terlemeye başlamış bir tıfıl düşünün. Ama onların bakışı başkaydı. Bir zaman gülmekle, acı acı düşünceye dalmak arasında gidip geldiğimi hatırlıyorum. Hatta bırak aslanını, “Türk mü kaldı?” gibi bir eseflenme ile karışık duygular arasında kaldığımı da. Türkiye’de gençliğin, kutuplaştırılarak birbiri ile boğuştuğu, kafaların içe gömüldüğü, dışa bakanların ise kuzeyli (Marksist-Leninist), Maocu, Batıcı vb. kampları paylaştığı bir zeminde; Türkiye’yi ziyarete gelen bir grup Pakistanlının sokaktaki insana bakışı o derece uçta gözüküyordu..

 

Pakistan, şimdilerde zor günler yaşıyor. Bağımsızlığını kazandığı 1947’lerden bu yana hiç normal bir yönetime kavuşamamış bir büyük İslâm ülkesi. Hemen hemen her genelkurmay başkanı bir ihtilâlin öncüsü olmuş. Onun için aynı zamanda askeri darbelerin en çok olduğu bir ülke. Hint kıtasının sömürgecileri, büyük kitleden Müslümanların ayrılarak devlet olmalarını uygun görmüşler. Belki, Hint kıtasını kurtarma yöntemi olarak düşündüler bunu. Fakat her şeye rağmen, bu kardeş ülke bazı şeyleri başarmayı becerebilmiş. Şimdilerde bütün yorumcuların ortak vurgusu olan, atom silahına sahip tek İslâm ülkesi Pakistan.. Türkiye gibi, kendisine çizilen sınırlar içinde kalmamış. Türkiye’nin daha 1948’de kurulan İsrail’e savaş uçaklarını, tanklarını modernize ettirme utancını tatmamış..

 

Pakistan, o kardeş İslâm ülkesi Afganistan ve Irak’ın ardından Yeni Dünya Düzeninin kurbanı yapılma yolunda. Hiç de gizli gözükmeyen bir plan gözler önünde oynanıyor.

Büyük devlet olmanın gereği nedir?

Dünyanın asıl sıkıntısı buradadır. Dünyada, güçlü, “tek dişi kalmış canavarlar” bulunmaktadır. Büyük devlet yoktur. Gücü, düşman gördüklerini taş devrine çevirme tehdidini önden göndererek, ardından ülkeyi tam bir kaos ortamına sürükleyerek mahvetmeye yönelen devletler bulunmaktadır. Geçmişe rahmet okutacak gelişmeler gündemde gibi.

Dost Pakistan başta olmak üzere İslâm âlemine basiret, metanet ve tuzaklara düşmeme, güçlenme temennisi ile…