S.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinden Edebî Esintiler…

Şakir Tuncay Uyaroğlu

Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.

 

Sadettin Odabaşı / Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi

Bizim İlçe

Bizim oraların sokakları bambaşkaydı. Oralarda yürüyen herkes, kendisini serseri hissederdi. Gerçek serserilere karışıp, kuytularda kaybolmamak için kendimi zor tutardım.

Bu ilçede erken gelen akşamlarda; çalışanlar, bir an önce evlerine ulaşmak için, etraflarıyla pek ilgilenmeden koştura koştura yürürlerdi. Kimi; çocuğunu yuvadan almış, yorgun yüzüne ilgi ve sevgi fırçaları vurarak, kestirme sokaklara doğru yönelirdi.

İllâ bir çiçekçi olurdu, köşe başlarından birinde. Öbek öbek ak papatyalar, solmuş güllerin yanında bir kadının eline tutuşturulmayı beklerdi. Mağazalar ve marketler, telâşlı kapı açılış ve kapanışlarıyla günün bittiğini haber verirdi.

Arabalar, sabırsız kornalarla yol ister, değnekçiler çıkardı olmadık yerden. Karşıdan karşıya kuralsız geçişler, çarpışmalar, bağırışlar, çağırışlar...

Önlenemez bir üzüntü, kararsızlık ve umutsuzluk karışımı bir duyguya kapılırdım. Yine de, sokaklarda umut dağıtan öğrencileri görünce huzursuzluğum dinerdi. Kitaplarını gelişigüzel taşıyan öğrenciler yürürdü gruplar hâlinde.

Dağınık saçları, dar kotları vardı. O öğrenciler ki, günün her saatinde coşku ve enerji dolu. Bağırarak konuşurlardı film artistlerinden. Vurdumduymaz seslenişleriyle el şakaları yaparlardı birbirlerine. Masum yüzlü kız arkadaşlarının omuzlarına sarılır, ellerini tutardı kimileri.

Yurtta sıcak su akıyor muymuş, haftaya kaç sınav varmış, o günkü sınavda kaç kazık soru çıkmış, meclisten hangi yasalar çıkıyormuş, evden mi atılacaklarmış, ceplerinde kaç para kalmış; hepsine vız gelirdi. Yüzleri yanık işçiler, apartman önlerindeki kömür yığınlarına kürek sallarlardı.

Bir yandan da, ev sahiplerinin dırdırlarını dinlerlerdi. Derken; meyhanelerin rengârenk ışıkları, cırtlak bir çağırışla yüzünüze çarpardı. Birahaneler ve pavyonlar, gözleri siyah boyalı kadınlarla ve pis bıyıklı erkeklerle doluydu. Çabuk yatışan kavgalar patlak verirdi ikide bir.

Öfkeler, sevgisizlikler ve unutulmuşluklar yavan haykırışlara dönerdi. Alkolün, duyguları inceltip yumuşatmasına izin verilirdi. Sevilmemesi gereken insanlar sevilir ve onlara değer verilirdi. Yazlık sinemada, kirli beyaz perdedeki gölgelerin oyununu büyülenmiş bir hâlde seyrederken; Göçmen, Avşar ve portakal kokan bu şehrin, aynı zamanda şanslı bir tarihe sahip olduğunu da düşünürdüm.

Bir zamanlar, hâli vakti yerindeyken, yanında yöresinde insanların eksik olmadığı, düştükten sonra kimsenin yüzüne bakmadığı, dertli ozan Hasan Amcanın “ Bir soysuza kul oldun gönül!“ kahırlanmasını düşünüp efkârlandım. Biz zamanlar, bahçesini adımlarken göz göze gelmek için can attığım Ayşe Hanımın, yanında iki çocuğuyla eşini uğurlamasına tanık oldum ve birden hüzünlendim.

Bizim ilçe, bugün dönüp baktığımda, kişiliğime temel teşkil eden en kırılgan, en hüzünlü anılara beşiklik etmiştir. Beşikgöl’de; ırmağın en kırılgan, en derin, kayalık ve ağaçlık vadi boyunca gezindiğim, bağıra bağıra “ Seni seviyorum. “ dediğim bir hayal dünyası gibi.

Bir zaman ırmakta âdeta yıkandıktan sonra, alnımı çimenlere serdiğimde duyduğum huzuru, hayatımın hiçbir anında yaşayamadım. Şimdi, siz; belki de, sizin için ilginç olmayan bu satırları okurken; ben, büyük ihtimalle o günlerin coşkusuyla maziye dalıyor olacağım.

Aysun Beyit / Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi

Hasretli Sevgiler

“Kirazın derisinin altında kiraz,

Narın içinde nar,

Benim yüreğimde, boylu boyunca memleketim var.

Canıma, ciğerime dek işlemiş,

Canıma ciğerime...“

Sessiz şehrin çığlık atan karanlığında, yıldızlarla şehri izliyorum. Karşımda, baş kaldıran insanlar gibi duran dağlar, günün yorgunluğunu üstlerinden atmak için uykuya dalan servi boylu ağaçlar, özgürlüklerine sabaha kadar ara veren kuşlar, o kız gibi süzülen ve yüzümü okşayan hafif rüzgâr…

Dağlar, yamaçlarında umutlarını saklıyormuş gibi içine almış ormanı. Şehrin göbeğinden geçerek gelen ırmak, nazlı yâr gibi süzülerek akıyor, suyun şırıltısı türkülerde bulduğum o eşsiz ezgilere benziyor. Kim bilir, belki de ırmak şarkı söylüyor!

Başımı çevirip yolun sonuna bakıyorum, yerle gök birleşmiş gibi görünüyor. Zorla gördüğüm yolun sonundaki o akan çeşme; “Eski toprak insanlar“ gibi, dimdik ayakta duruyor ve suyunu akıtmaya devam ediyor.

Yollar, yollar, yollar... Her araba geçişinde yüreği ezilen yollar. Yolun sonu görünüyor baktığım yerden, her güzel şeyin sonu gibi. Karşıdaki ev tarih kokuyor. Bu ahşap eve her baktığımda, içime bir hüzün çöküyor. Sevgilerin içime çöktüğü anda hissettiğim anlar gibi.

Gün doğmakta. Karşıdaki tarlaları, belli belirsiz görüyorum. Bütün ekinler bana selâm veriyor. Sevgi kokan, hasret kokan, türkü kokan, saflık kokan ekinler selâm olsun size...

Gün ağardı yine ve şehri izleyerek dalmışım uykuya. Sabah kuş sesleriyle uyandım, ırmağın şarkısıyla. Ağaçlar, dinç bir şekilde uyanmıştı uykularından ve orman yine soylu sır. Teninde, baharları taşıyor burası. Teninde; sevdaları, hasretleri ve hasret çekenleri taşıyan bu şehirde huzur buluyorum ben yine.

Mustafa Uçan / Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi

Albüme Bakarken

Yılın en soğuk ayında, yıllardır gelmediğim bu eve gelmek, içimde değişik bir duygu uyandırdı: Bir burukluk veya bir özlem...

Eve bakarken, duygularımı muhakeme etmeye çalışıyordum. Ne ifade ediyordu bu beyaz boyalı, çiçek dolu bahçesi olan ahşap ev? Geçmişimle haşır neşir olacağım bu hâletiruhiye içerisindeyken, birden yaşlı dadımın tiz sesini işittim.

Eşarbından aşağıya sarkan beyaz zülüfleri, ana şefkatiyle dolu bakan gözleri, gururlu kalkık burnuyla yine karşımdaydı. Elleri yine belindeydi. Yorgun şiltede boynum, tedirgin rüyalarımdan uyandığımda yine o vardı yanımda. Tanımadığını düşündüğüm bir bakış attı. Sonra halının altına sakladığı, ama yerini unuttuğu parasını bulmuş gibi sevinerek, bana doğru koşmaya başladı.

Birkaç adım atmayı istedim. Fakat bu bahçede kiraz ağacının tepesine çıkarak, komşu kızların güzelim beyaz elbiselerine kiraz atan, maymun gibi ağaçtan ağaca atlayan -ki annem bu hâlimi görünce bayılmıştı.- neşeli çocuk yoktu.

Şimdi; ümitlerini, hayallerini ve geleceğini bacağıyla birlikte savaş meydanında veren bir zabit vardı dadısının karşısında. Dadısı; tam gönderdiği, yarım karşıladığı bu adama sarıldı. Bacağıma bakan gözlerini ve kenarından süzülen damlayı kalbime akıttığını hissettim. Koluma girdi ve beni içeri aldı.

Sofada yürürken bir yandan etrafıma bakıyor, diğer yandan değneğimin tok sesini dinliyordum. Her şey aynıydı sanki. Dedemin duvardaki resmi, yine aynı yerde, sert bakışları üzerimdeydi. Yaramazlık yapınca, “Bak, deden çok kızdı.“ diye korkuturlardı. Babamın bastonu yine duvarın kenarındaydı.

Sofanın sonundaki salona vardığımda, annem ve babamla karşılaşacağım hissi verdi sedefli baston. Hiç buradan ayrılmamış gibiydim. Sanki hiç büyümemiştim. O anda, zamanın kum gibi elimden aktığını hissettim.

Bir şey vardı bu kavramda; insanı sürekli bir yarış içerisinde tutan -akrebin yelkovanı kovalaması gibi- değerlendirince yastığıma kafanı dinç koyduran, bozuk para gibi harcayınca beynine musallat olan bir hastalık gibiydi. Peki, ben nasıl kullandım zamanımı?

Bunu, salonda; babamın padişahların tahtlarını hatırlatan kırmızı üzerine Türk motifleriyle olan koltuğa oturup, elime oyma sehpanın üzerindeki siyah kaplı albümü aldığım zaman düşünmeye başladım. Sayfalar; benim, annemin, babamın, ahşap evin ve memleketimin değişik resimleriyle doluydu. Babam, yakın arkadaşının Paris’ten getirdiği fotoğraf makinesini eline alınca, her şeyin resmini çekmeye başlamıştı.

Annemin her an ona poz vermesini istemesi, bu fotoğraf çektirmeyi seven kadını bile bıktırmıştı. “Artık benim değil de, çok sevdiğin ülkenin resmini çek.“ demesinin, babamı il il dolaştıracağını nereden bilebilirdi.

Albümün ilk sayfasında, İstanbul Boğazı’nın incisi Kız Kulesi’nin eşsiz bir resmi vardı. İnsanlar arasında Leylâ-Mecnun aşkını aratmayacak hikâyeleri olan yer; benim, İstanbul’un en sevdiğim manzarasına sahipti.

Topkapı Sarayı’nın harem dairesinin balkonundan çekilmiş olan bu resmin altında, İstanbul şairi Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul.” mısraı vardı. Şairlerin bu İstanbul sevdasını, sayfalar ilerledikçe daha iyi anlıyordum. Ayasofya’nın solgun kırmızısının karşısında dikilen Sultan Ahmet, sanki “Ben daha güzelim.“ diye bağırıyordu. Hemen yanlarındaki deniz, “Hey, benim mavim kimsede yok.“ demez mi?

Onların altındaki resimdeyse, resmin ötesinde bir canlılık vardı. Kapalı Çarşı’nın dükkân duvarlarını süsleyen cıvıl cıvıl renkli Osmanlı motifleri, müşteri ve satıcının arasındaki pazarlık sesleri, annesinin eteğinden çekiştiren çocuğun minik parmağının gösterdiği tahta oyuncak. Her şey hâlâ dipdiriydi.

Yanındaki resimde kahvede nargilelerini tüttüren, yüzünde yılların jiletle çizdiği izleri taşıyan, dertlerle beli bükülmüş insanların solgun yüzleri gözüküyordu. Çaylarına uzanmış elleri, uzaklara dalan gözleri kim bilir hangi düşüncenin tesirindeydi? Bu resmin altında da, babamın el yazısıyla şu mısralar vardı:

“Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler, / Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler. / Her bir giden, memnun ki yerinden; / Çok seneler geçti, dönen yok seferinden.”

Babam; resimdeki insanlarda, benim göremediğim gözlerdeki eski sevda ışıltılarını görmüş olmalıydı ki, bu sızlatan mısraları yazmış diye düşündüm.

Mavinin en canlı rengini taşıyan denize takıldı gözlerim. Elimden tutup, beni Dolmabahçe Sarayı’na bıraktı. Duvarlarında altın renginin en tatlı tonunu barındıran, Osmanlının ihtişamını gözler önüne seren bu saray, belki Peyami Safa’nın Simerenya’sında bile yoktu. Bahçesinde bekleyen aslan, sanki sarayı değil de, tarihi bekliyor gibiydi.

Birden, kesilen bacağımın sızladığını fark ettim. Bana, “Feda ettiğin şeyler bunlarsa, ben yeniden kesilmeye razıyım.“ der gibiydi. Terleyen ellerimle ve dudağımın kenarındaki hafif tebessümle diğer sayfayı çevirdim. İstanbul’un yedi tepesinde bulunan, insana hayat veren bir manzarayla karşılaşacağımı düşünürken, Anadolu’nun candan insanlarının bulunduğu resimler çıktı.

Babam, batıdan güneşin doğduğu yere yüzünü dönmüş ve Anadolu seyahatine başlamıştı ki; ben de Bursa’nın pembe, mavi, beyaz evlerinin olduğu sokakta yürümeye başlamıştım. Perdelerin arkasındaki güzel kızların, kömür karası gözleriyle beni baştan aşağı süzdüklerini hissettim. Sokağın sonunda başımı kaldırdığımda, Bursa’yı kucaklayan Uludağ’ı gördüm. Tepesindeki kar ve bulut, kardeş kardeşe el ele tutuşmuşlardı.

Elimin soğuk bir demire değdiğini hissettiğimde ise, Safranbolu’da bir evin kapısını çalıyordum. Ev sahibi, beni; ortasında havuz bulunan, serin, duvar kenarında somyaların misafiri karşıladığı bir salona götürdü. Yavaş yavaş açılan kapının arkasından pembe çarşaflı bir kız geldi. Elindeki gümüş tepsinin içindeki kahve fincanını uzattı. Almak için uzattığım elimin ılık bir suya değdiğini fark ettim.

Bir teknenin içerisinde, Karadeniz’in dalgalı denizinde yol aldığımı görünce şaşırdım. Kulağımda, dalyanlarla çekilen balıkların teknenin tabanına vurdukları kuyruklarının hoş melodisi, kıyıda kemençe ve tulumun uyumlu sesleri raks ediyordu. Bir de, belinde peştamalı başında makaslı keşanıyla sahilde sevdiğini bekleyen kırmızı yanaklı Karadeniz gelini beni karşılıyordu.

Tütün balyalarının önünde oturan çocuğun başını okşadığımda, İshak Paşa Sarayı’nın giriş kapısını aralıyordum. Gözümü yumup tekrar açtığımda, Nemrut Dağı’nda güneşin dağların arkasına olan yolculuğunu seyrediyordum ki; babam, büyük memleket şairi Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları’ndaki dörtlüğünü hatırlattı bana: “Gönlümü çekse de yârin hayali, / Aşmaya kudretim yetmez cibâli. / Yolcuyum bir kuru yaprak misali; / Rüzgârın önüne katılmışım ben.“

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.