Kör Ahmet (Ahmet Özdemir)

6 aylıkken geçirdiği çiçek hastalığı nedeni ile gözlerini kaybeden ama hayata küsmeyerek 1944 yılında Ankara radyosunda açılan stajer sanatçı sınavını kazanan ve tam 60 yıldır Türkiye’nin her ilinde sahne alan sanatçımız...

Konya’nın meşhur ve meçhul yüzleri - 105

 

Ahmet Özdemir

 

Hazırlayan: Uğur ÖZTEKE

 

Ahmet Özdemir (Kör Ahmet) bugüne kadar Türk Halk Müziği’ne tam tamına 124 türkü kazandırırken 9 tane de albüm yapmıştır. Repertuarında bestekâr ve güftecilerinin isimleriyle beraber 5 binden fazla türkü bulunuyor. Yaklaşık 10 yıldan bu yana da SUN TV’de ‘Ahmet Özdemir Show’ ismi ile haftalık eğlence  programı yapıyor.

 

Bu haftaki konuğumuz Ahmet Özdemir (Kör Ahmet)’in yine hiç bir yerde okumadığınız, hiçbir yerde duymadığınız ayrıntıları ile hayat öyküsünü yayınlamaya çalışacağız. Ahmet Özdemir bugün bile nüfus kâğıdında yazılan gün ve aya rağmen tam manası ile doğduğu gün ve ayı bilmiyor. Annesinin kendisine anlattığı kadarıyla 1933 yılında, iğde çiçeklerinin açtığı günlerde dünyaya gelmiş. Özdemir ailesi ise yaklaşık olarak 700 sene önce Keşan’dan Konya’ ya gelerek yerleşmiş. Bu sülale Hacı Bilaller olarak bilinirmiş.

 

AİLENİN DÖRDÜNCÜ ÇOCUĞU OLARAK GÜVENÇ KÖYÜNDE DÜNYAYA GELİR

 

Minik Ahmet, baba Ali ve anne Emine Özdemir’in üç çocuğundan sonra dünyaya gelen ailenin dördüncü çocuğudur. Ama Ahmet büyürken sürekli olarak kendisine yardımcı olan ve hep kendisinden bahsettiği, bugün de hep dua ettiği anneannesi Ayşe hanımdan da söz etmeden geçemeyeceğiz. Ahmet, Güvenç köyünün 15 numaralı mütevazı evinde dünyaya gelir.

 

ZİRAAT ALETLERİNİ, ELEKTRİK KAYNAĞINI KONYA’YA GETİREN İNSAN

 

Baba Ali Özdemir o yıllarda Konya’da ziraat aletleri üretimi yapan ve oldukça da ünlü bir ustadır. Konuğumuz babasının çalışmalarını şöyle özetler: ‘Aklım ermeye başladığı zamanda babam hala ziraat aletleri imalatı yapıyordu. Öztekinler, Özdökerler, Özdumanlar, Öz Tarım o yıllarda hep babamın çırakları idiler. Konya’ya ilk elektrik kaynağını İstanbul’dan Konya’ya getiren adam da babamdır’ diyor

 

HARİCİYESİ OLAN KÜÇÜK BİR EV

 

Dünyaya geldiğim ev köyde iki odalı idi. Bir de hariciyemiz vardı. Hariciyemiz süslü püslü idi. Bize çok misafir gelirdi. Babam misafir ağırlamasını bilir ve de çok severdi. Öyle köyün ağası filan değildi ama köye çok güzel yardımcı olurdu. O zamanlar bizim köyde Cumhuriyet Bayramı bile yapılırdı; öğretmenlere babam yardımcı olurdu. Hava raporu dolaplarımız vardı. Ben doğuştan bu yana her zaman mutluydum. Zorluk görmedik, fakirdik ama mutluyduk. Samimiyetimiz, birliğimiz iyi idi… Hırlama gürleme bizim ailemizde yoktu. Tabii o zamanlar fakirlik çoktu; mesela her gün pilav pişirirlerdi ve biz de bıkmadan usanmadan yerdik… Ama değdim gibi mutluyduk.

 

DEDEM BABAMLA ASKERLİK YAPMIŞ

 

Dedem Ahmet Özdemir de öyle zengin varlıklı biri değildi. Ama dedemin anlattıkları içerisinde en ilginç olanı babamla birlikte askerlik yapmış olmasıydı. Dedem 1315 doğumluydu. Ama babamla dedem birlikte askerlik yapmışlar. Askerlik anılarını babamdan çok dinlerdik. Bizi, ev halkını toplar, “biz şuralarda şöyle asker olduk şöyle yaptık” diye bize anlatırdı. Babam kavgayı kötülüğü hiç sevmezdi.

 

BİZ 1944 YILINDA KONYA’YA ANNEANNEMİN EVİNE GELDİK

 

Bizim sülale Konya’ ya gelip yerleşiyor ama çok genişmiş. Hala bizim tanımadığımız bulamadığımız akrabalarımız var. Dedem vefat edince anneannem yalnız kalmış, dayım rahmetli anneanneme bakmamış. Anneannemin de burada evi vardı. Babama  ‘Ali Efendi, sen köyde kalma ne yapacaksın burada. Konya’ya gidelim çocuklar da mağdur olmasın’ demiş ve hep birlikte 1944 yılında Konya’ya gelmişler.

 

BABAM AYNI ZAMANDA KONYA’DA 281 DÜKKÂNLI KOOPERATİFİ KURAN ADAMDI

 

Biz beşkardeştik. İhsan abim sağ ve sanayici. Rahmi abim vefat etti Havva abla vefat etti bir de benden sonra dünyaya gelen Yurdagül isminde kardeşim var. Ben sanayici Ali ustanın oğluyum. Babam aynı zamanda ilk sanayiyi Konya’ya getiren 281 dükkânlı kooperatifi kurup yaptıran isim idi.

 

ÇİÇEK HASTALIĞINDAN GÖZLERİM KÖR OLMUŞ

 

Ben dünyaya geldikten sonra gözlerim görmez olmuş. Annemler beni çok doktora filan götürmüşler ama boşa tabii. Doktorlar  ‘Bunun gözü görmez’ demişler. Biz çiçek hastalığından kör olmuşuz. O zamanlar öyle aşı filan da yokmuş ki. Babamlar Konya’ya gelip Ahmetdede Yediler’e yerleşmişler. Bitcemez Mahallesi’ne.

 

ÇOCUKKEN GÜVERCİNLERİM VARDI

 

Çocukken güvercinlerimiz vardı, bahçemiz vardı; sebze yetiştirirdik, onlarla havluları doldururduk. Eskiden sebzeyi kendimiz yetiştirirdik… Sebzeyi şimdiki gibi bakkaldan alınmazdık. Hatta etliklerimizi bile kendimiz ayarlardık; birkaç koyun alırdık her ay bir tanesini keserdik. Annem rahmetli çok güzel yemek yapardı. Allah’ın bütün nimetlerini severdim ama ben anneme su böreği yaptırırdım ekseri. Onu çok severdim.

 

DUT AĞACINA ÇIKARDIM KADINLAR KIZARLARDI AMA ‘KÖR ÇOCUK YESİN’ DERLERDİ

 

Büyüdükçe gözlerimin görmediğini anladım. Ama gözlerimi kaybettiğim için hiç üzüntü duymadım. Beni eğittiler yeme gezme konusunda bana çok yardımcı oldular ben bu durum karşısında hiç bir zaman bunalım yaşamadım. Mesela küçükken dut ağaçları vardı. Dut ağaçlarına çıkar kadınları kızdırırdım ama onlar bana kızsalar da bağırsalar da ‘çocuk yiyecek o kör çocuk’ derlerdi.

 

İLK ANNEANNEMİN ALDIĞI KAVALI ÇALDIM, BAKIR GÜĞÜMLERLE TEPSİLERLE KAPILARA VURA VURA TEMPO TUTARDIM

 

Bizde müziğe ilgi babadan deden gelme. Ben ilk başta müzikle ilgilenmezdim, evimizde çeşit çeşit udlar, sazlar, bağlamalar vardı. Babam güzel çalardı, iyi usta idi. Konya türkülerini çalar söylerdi. Anneannem bir gün eve kaval getirmiş bana ‘al sen çalarsın’ dedi. Elime alıverdim, bir çalıverdim bir çalıverdim aman o gün ne sevindik. Radyo dinlerdik. Ama o zaman köye tek bir radyo vermişler köy radyosu. Rüzgâr döndürecek de, akü dolacak da, radyo çalacak. Radyoyu açar şarkıları türküleri dinlerdik. Ben evin kapısına vurarak tempo tutardım. Sonra tepsilerle, bakır güğümler ile tempo tutardım. Güzel türküler söylerdim anneannem beni çok severdi. ‘Hadi len söyle’ derdi bana ‘ Bu rahmetli dedesine çekmiş, Ahmet dedesine çekmiş o da böyle güzel söyler’ derdi.

 

BABAMIN DÜKKÂNI İSTANBUL CADDESİNDE BENDERLİ AĞA’NIN EVİNİN ALTINDAYDI

 

O zamanlar İstanbul Caddesi’nde Benderli Ağa’nın evi vardı onun evinin altında bize bir yer verdi. Babam orayı dükkân olarak açtı; soba, mangal gibi eşyalar yapmaya başladı. Ekim makinelerini tamir ederdi. Daha sonra hapishane caddesinde yer aldık, orayı açtık.

 

GÖZÜM GÖRMESE DE  PAFTA İLE YİV AÇARDIM

 

Bu arada babamın yanına dükkâna gider yardım ederdim. Babam “oğlum şunu götür şunu getir oğlum şu yap” derdi. Ben torna ile pafta ile yiv açardım. Mengenede paftayı çevire çevire açardım, 4’lük demirleri testere ile keserdim körük çekerdim. Babam da bana buna karşılık 125 kuruş verirdi. Adeta o halim ile babamın yardımcısı idim. İhsan abim ortaokula kadar okudu daha sonra babam onu yanına aldı yardımcı olarak.

 

MAHALLENİN ÇOCUKLARI İLE OKULA GİTTİM AMA  İLKOKULU BİLE BİTİRMEDİM

 

O yıllarda mahallenin çocukları ile okula giderdim. Ama ilkokulu bile bitirmedim. Ama öğretmenler beni severlerdi… Biraz şarkı türkü bilmiyoruz ya sözün ona laf olsun işte. Öğretmenler de bana acıdıkları için sevdikleri için benimle ilgilenirlerdi. Şahabettin Uzluk diye bir adamın ilgisini çektim, bana özel ders verdi. Ahmet Bey diye de bir müzik öğretmeni vardı. Daha sonra öğrendim; lisede müzik öğretmeni imiş Osman Bey. O da benimle çok ilgilendi. Onların derslerini çok çabuk öğrendim. Çok çabuk bilgi sahibi oldum. Ve biraz daha şarkılarını güzel söylemeye başladım.

 

RAHMETLİ ANNEANNEMİN ORUÇLARINI HEP BOZDURURDUM

 

Rahmetli anneannem çok yaşlı idi. Ona “kandıranın yoğurdu suludur sulu, benim evde bir alay deli doludur, fakirlik zor ekmekten başka yoktur” diye türkü söylerdim o da ezan okunuyor sanır orucunu bozardı. Beni çok severdi, bana ağız mızıkaları alırdı, ayakkabılar elbiseler alırdı.

 

11 YAŞINDA DORUĞUN HAYDAR AĞA İLE TAŞBAŞ TEVFİK AĞA EVDEN HABERSİZ BENİ ANKARA’YA GÖTÜRDÜLER

 

11 yaşında idim, Doruğun Haydar Ağa ile Taşbaş Tevfik Ağa beni Ankara’ya gezmeye götürdüler.  Burada beni radyoya, Ankara radyosuna götürdüler. Anneme Ankara’ya filan gideceğimi demedim. Desem babam bırakmazdı ki. Çünkü babam çok otoriter idi. Anneme “Meram’a teyzemin oğlu ile oynamaya gidiyorum” dedim. Kişnişçinin Mustafa Efendi vardı. Onun Ankara’da oteli vardı. Taş kömürü sobası ile ısınan bir oteldi. Onu hiç unutmuyorum.

 

MUZAFFER SARISÖZEN BENİ İMTİHAN ETTİ VE STAJER SANATÇI ÜNVANINI KAZANDIM

 

Radyoya gittik, Muzaffer Sarısözen “bana bir türkü oku bakalım” dedi. Saat ikindin 6.30’a gelmiş, Yurttan Sesler’den de söyleyecekmişim. Ahmet Gazi Ayhan, Ahmet Yamacı, Osman Özdengeçti filan vardı. Emel Gazi Nihal spiker abla beni çok sevmişti ‘Aman ne tatlı bir çocukmuş’ diye. Onlar beni eğittiler Türkçemin gelişmesini sağladılar, eğitimim için uğraştılar, “güzel konuşacaksın oğlum” diye nasihatlerde bulundular.

11 yaşında 1944 yılında TRT Ankara Radyosu Stajyer Mahalli Sanatçı sınavında kendi bestem olan ‘Duvara Mıh Çakayım, Çakayım da Bakayım’ adlı türküyle sınavı başarı ile verdim ve TRT Ankara Radyosunda  stajyer sanatçı oldum.

 

DAYIMIN OĞLU SOBA AHMET HER HAFTA BENİ ANKARA’YA BIRAKIYORDU

 

Dayımın oğlu soba Ahmet vardı. O zamanlar Konya’da tek şirket vardı o da Oto nakliyat. Ahmet abi her hafta, her pazartesi beni radyoya bırakır, ben radyodan eğitim alırdım. Vedat Nedim Tör, Muzaffer Sarısözen, Melihat Pars, Halil Önayman, Cemal Reşit Bey, İhsan Künçer, Ali Ulvi diye birçok hoca vardı; bunlar beni çok sevdiler, bana “bir şarkı notası okuyacaksın” dediler. Ama benim okumam yazmam yoktu ki… Yine de istedikleri şarkıyı okudum. “Allah Allah bu ama peki nasıl nota okuyacak” deyince bende sol si re re de sooool diye okuyuverdim. O zaman bana ‘Bu acayip bir herif olacak’ dediler. Ve ondan sonra gereken kültürü aldım. İki müzik vardı biri Sanat Müziği diğeri ise Halk Müziği. Ben sanat müziğini hobi olarak kullandım, çokları benim sanat müziği okuduğumu bile bilmezler. Halk müziğini tercih ettim. Daha sonra da Konya türkülerini sevdim, onlar üzerine çalıştım. İki bardak içki içip bağırmak ile türkü söylenmez. Müzik değildir bu, türküler söylenirken çok güzel olmalı, anlaşılmalı, diksiyon olmalı; türkülerin anlaşılması lazım. Adamlar oturuyor bağırıyor “ümmeti Müslüman cankurtaran yok mu?” diye. Ben memleketimi seviyorum.

 

BANA KIZDILAR KUR’AN OKU HAFIZ OL DEDİLER ONU DA OKUDUK

 

Tabii benim Ankara işimden annemlerin sonradan haberi oldu. İlk olarak ise bir gün annemler radyoyu açmışlar dinliyorlarmış. Bir bakmışlar ki radyoda türküyü söyleyen benim çıldırmışlar ‘ Bu kahrolasıcayı ne zaman kim götürdü?’ diye. Bunu duyan babam çok kızmış, bağırmış çağırmış.. “Benden habersiz nasıl gidermiş” diye, rahmetli dayım onu sakinleştirmiş… “Buna alet alıver çalsın eğlensin biz de udu severiz” demiş. Annem rahmetli de beni çok severdi.  Beni kırmazdı, ben ne istesem yapardı. Bana devamlı Kur’an’ı oku hafız ol derdi… Kuran-ı Kerim’i de okuduk. Bir ramazan geliyor maddi durdum olmuyordu. O zamanlar müzik kullanmamız lazım diye düşündüm.

 

ÇOCUKKEN ZENGİNLERİN HAVUZLARINI DOLDURUR PARA KAZANIRDIM

 

Ben çocukken çok akıllı idim. Üç beş ailenin havuzunu doldurur 2.5 liradan 10 lira alırdım, cebim hiç parasız kalmazdı. Maddi durumları çok iyi olan arkadaşlar bile ceplerinde para olmadığı zaman “Ahmet 25 kuruş ver de bir cara alalım” derlerdi. Bende “Yooo vermem” derdim.  Evlerde o zamanlar havuzlar var. Tulumbalar vardı. Bir gün bayanın havuzunu dolduracağım, durmadan tulumbadan su çekiyorum, ama dolmuyor. Bir anda fark ettim ki bayan havuzun suyu ile oralarda bir yerleri suluyor, “teyze motor yanacak” dedim kandırdım ve havuzu doldurabildim. O havuzlar ortalama 2.5- 3 ton su alırdı. Mesela o zamanlar Şeref  Nalçacıgil’in  annesinin havuzları vardı. İmamlar Kazım Ağa’nın, Nuh Dede amcanın havuzu, Mazhar amcanın altı kızlarının evlerinin havuzu vardı

 

BEDİA AKARTÜRK’ÜN KONYA BÜLBÜLÜ OLMASINDA ÇOK  BÜYÜK KATKIM OLDU

 

O zamanlar Konya’da Gar Aile Bahçesi vardı. Kelleci Celal abi orayı çalıştırırdı. Radyoya gitmiştim, Konya ekibi olarak radyoda idik. O ekipte rahmetlik Tepeköylü Mehmet Ağa, Kazanova, ben, Mustafa Ertaş, Mehmet vardı. Onlarda saz çalardı. Orada arşivde bir bandımız vardı Konyalılar olarak. O da imtihan vermiş Bedia Akartürk ile. Bedia Akartürk ‘Bana yardımcı olur musunuz?’ dedi. “Elmaların yongası” diye benim bir derlemem vardı. Bunu ona verdim Bedia Akartürk’ün bu türkü ile Konya bülbülü olmasında benim çoook katkım var. Türküleri hep verdim o zamanlar çok sık bize gelir giderdi. Hala diyalogumuz var sık sık telefon ile görüşürüz. Kendisi Ödemişlidir. Ben Konya türkülerini verdiğim için son kasetinde ona dedim ki “benim projelerime göre yürürsen Konya’da daha çok rağbet görürsün.”  Ama o bir saz bulmuş ki ben tatmin olmadım, çünkü Konya müzik aletleri ile çalsaydı daha iyi tatmin ederdi, işin tekniğini kullandılar. Ben kıskanç değilim çok da insan ile çalıştım. Bedia Akartürk benim talebem idi. Nuray Hafiftaş da.

 

ANKARA’DA BALKONA ÇIKAR UD ÇALAR TÜRKÜ SÖYLERDİM

 

Bol bol söyleşilerimiz olurdu. Ankara radyosunun açılışında şu frekans diye anonsla açılışı yapılırdı. Yıl 1957-1958 filan. O zaman TRT değil radyo idi. Ankara’ya ben ilk gittiğim zamanlar burada çok büyük sinemalar vardı, aile bahçeleri vardı. O zamanlar Ankara’da Yeni Mahalle’de Muhaz Sokak’ta kaldım, balkona oturdum… Udu aldığımda bayanlar çıkardı balkona, ben çalıp söylemeye başladığım zaman ‘Yine bizim radyomuz başladı’ derlerdi.  Bu arada bazıları da kızardı, birbirlerine bağırırlardı “Şu Ahmet’te Konya’dan yine geldi onun yüzünden iş yapamıyoruz” derlerdi.

 

ŞÜKRAN AY, MÜRVET KEKELİ, AYFER BAŞIBÜYÜK İLE ÜÇ YIL ADANA’DA SAHNEYE ÇIKTIM

 

3 yıl Adana radyosunda stajıma devam ettim. 1963- 1964’lü yıllarda Adana’da idim. O zaman oralarda da aile bahçeleri vardı. Sanatçı olarak Mürvet Kekeli, Şükran Ay vardı… Ayfer Başıbüyük vardı, bunlarla sahneye çıktım. O zamanlar Konya’da işler kısırdı. Çünkü Konya’da ancak yazın birkaç iş çıkardı hava soğudu mu iş filan olmazdı. Aile bahçesi olarak Dede Bahçesi vardı. Eyüp Mutlu Türk abimiz vardı. O 50 lira yevmiye verirdi. 1959-1960’dı… Altı sene sonra da fuar açıldı. Orayı iptal ettiler, buraya geçtik. O zamanlar da buradaki sezon bittiğinde Adana’ya giderdik; çok az bir miktar para verirlerdi ama ben tutumlu bir insandım. Az para verirlerdi ben de onu bile biriktirirdim. Adana’da da 50-60 lira verirlerdi. Mesela o yıllarda sarı liranın tanesi 12 lira idi.  100 liraya beşi bir yerde alıyordum.

 

EMEL SAYIN, NECDET TOKATLIOĞLU, ZİYA TAŞKENT İLE ÇOK İYİ GEÇİNİRDİK

 

Yine o yıllarda Emel Sayın ile çalıştım. Necdet Tokatlıoğlu, Ziya Taşkent ile birlikte sahne aldık. Şimdi bakıyorum da herkes kendi kendine âlemci oldu. O zamanlar kimse kimsenin türküsünü okumazdı şimdi ki gibi ‘namaz boynumuzun borcu hırsızlık elimizin harcı’ değildi. Hiç kırıcı olay olmazdı. Hep beraberce program bittiği zaman bir yerlere giderdik, sohbet ederdik. “Sen bugün bunu oku ben bugün bunu okuyayım” diye anlaşırdık. Hep tatlı dille konuşulurdu hiç kimsenin birbirine kaprisi olmazdı.

 

İZMİR’DE EMEL SAYIN İLE ÖZTÜRK SERENGİL KAVGA EDİNCE

 

Bir gün İzmir’deyiz çalışıyoruz. Manolya Aile Gazinosundayız. Öztürk Serengil ile Emel Sayın tartışmaya başladılar. Sen çıkacaksın ben çıkacağım diye. Tartışma büyüdü. Baktım iş uzadı müşteriler bekliyor. Sahne boş, “ben sahneye çıkacağım” dedim ve atladım. Müşteriler bir şey fark etmedi. Ben çıktım söyledim ve indim. Daha sonra patron beni çağırıyormuş. Gittim önce bana fırça attı “sen kim oluyorsun da başkalarının sahnesini alıyorsun” diye. Ben de durumu anlatıp müşterilere durumu çaktırmamak için böyle yaptığımı anlattım. Patron Rıza abinin bu durum çok hoşuna gitti. Paranın para zamanı çıkarttı bana 100 lira verdi.

 

NİĞDE’YE GİDERKEN ÖNCE YANIMA OTURMAYAN BAYAN SONRA BENİ BIRAKMAK İSTEMEDİ

 

Bir gün yine Niğde’ye konsere gidiyorum, otobüs biletimi almışlar, ben yerime oturdum. Yanıma bir bayan yazmışlar. Bayan beni görünce ben erkeğin yanına oturmam diye feryadı bastı. Ben de ona “efendim ben camdan dışarıyı seyredeceğim sana zararım olmaz” filan dedim. Benim gözümde gözlük olduğu için görmediğimi bilmiyordu. Şoför şarklı idi. Ona “otur otur kusura bakma sana zararı olmaz otur” diyordu. Neyse yanıma oturdu bir süre sonra elime udumu aldım, güzel güzel söylemeye başladım. Bir süre sonra “ay çok güzel sesiniz varmış ay çok iyi insanmışsınız” demeye başladı. Kendisi Amasya’da muhasebe şefi imiş.  Bu defa “ben seni istemiyorum demedim” filan dedi. Ben indim o da arkamdan indi koluma girdi. Bu kez ben ‘Hanımefendi siz Amasya’ya gitmiyor muydunuz?” dedim. Bana ‘Bu kadar güzel bir fırsat kaçırılır mı, ben telefon açtım başka zaman gideceğim’ dedi. Vali Ermenekli birisi idi beni karşıladı ve ‘Ahmet bey hoş geldiniz yengeyi de getirmişsiniz’ dedi ben de valiye ‘ben bunu yolda buldum tanımıyorum bile’ dedim. Çok güzel bir konser oldu. O zaman Bor Şeker Fabrikası’nda idi konser, alkollü idi, bir ara herkes gülüyordu. Kızdım “niye bizi iki bardak içkiye sattınız, sanatçıya ayıp değil mi burada teyp çalmıyor ki” deyiverdim. Ondan sonra bir tane tabak devinmedi.

 

BAYANIN KÖPEĞİNİ OTOBÜSÜN CAMINDAN DIŞARIYA ATIVERDİM

 

Adana’ya gidiyordum, içeriye bir bayan girdi. ‘Burada kim oturuyor kız bak amcanın yanında oturacaksın’ deyip köpeği yanıma koydu. Ben de ‘köpek efendi vay anasına yiğenim senle akraba mıyız’ dedim. Bayan ‘Aaaaa amcası yanınızda otursun iyi ama bir köpeğim var. Bir yer almıştım oturabilir misiniz?’dedi. Köpeğin amcası olur mu, kadın bir daha seslenmedi. Epey bir gittik. Bir ara köpeği tuttuğum gibi camdan aşağıya attım. Kadın bir süre sonra durumu fark etti bağırmaya başladı “köpeğim nerede” diye bende ona ‘Merak etmeyin canım öz amcalarımın yanına gitti beni tercih etmedi’ dedim.

 

İLK PLAĞIM İÇİN İSTANBUL’A GİDERKEN OTOBÜSTE DELİ TAKLİDİ YAPMAK ZORUNDA KALDIM

 

İlk plağımı dolduruyorum İstanbul’a gideceğim. Yıl 1963. Burada Seval Plak vardı; “Ahmet bey senin plağını yapalım kaç para ödeyeceğiz” dedi ve bana 125 lira para verdi. Gerçi onu da 6 ayda zor aldık yaa. Adamlar beni İstanbul’a göndermek için Mevlana Turizm diye bir arabaya bindirdiler. Ama sonradan gördük ki benim biletimi başkasına da satmışlar ne yapacağız? Oradan bir gaz tenekesini buldular ortaya koydular beni de oturttular. Ben olmaz filan deyince beni susturmak için “yolcular inince seni iyi bir yere yerleştiririz” dediler. Ne yapayım ne yapayım diye düşünürken birden aklıma geldi. Ben bağırmaya deli taklidi yapmaya başladım. Otobüste iki hemşire bayan hastane görevlisi varmış. Beni tuttular ve sakinleşmem için ortalarına oturttular. Bir süre sonra ikisinin ortasında uyudum. Bana “nasıl oldun” diye soruyorlardı. Ben de onlara “arada sırada böyle olurum” diyordum Arada bir bana su verin” diyordum. Hemen su buluyorlardı. Çünkü o zamanlarda otobüslerde öyle su ikramı yoktu ki. “İstanbul’a girince hemşirelere plak yapacağım” dedim. Şaşırdılar “nasıl plak deli adam plak yapar mı” dediler. Ben de şarkı söylemeye başladım, otobüs kaynamaya başlamıştı.

 

PLAĞIN İKİ YÜZÜNÜ DE 45 DAKİKADA DOLDURUVERDİM

 

Ogün hiç uyumadan stüdyoya girdik. Adamlara “yorgunuz uykusuz biraz dinlensek” filan desek de adamlar bizi uyutmadılar. Hemen stüdyoya aldılar. Hani biz radyoda yetişmedik taşra çocuğuyuz yaa. Kulaklık var. Bir ara dinleyeyim dedim, Adamlar bana bir küfrediyorlar. Çok sinirlendim. Adamlara ‘Bittiniz lan’ diye bağırdım. Aynı gün ben de 45 dakikada plağın iki yüzünü de doldurdum. Orada teknisyen Yahudi birisi vardı. Plağı doldurduktan sonra ‘Bu anasinin gözü bu adam o kadar fena ki bir anda işi haletti’ diyordu. Ersak Ticarete plak yaptım; bu plakları yapmamdaki gayem memleketimin kültürü ölmesin, türküler yok olmasın diyedir.

 

KONYA’DA KALSAYDIM KARAKAYA İLE GÖÇÜ BENİ HALLEDERDİ

 

Daha sonra İstanbul’da iki sene kaldım. O yıllarda Konya’da kalsaydım Karakaya ile göçü beni hallerdi. Konya’nın insanı çok kötü kullanır vallahi adamı. Biz onları nazarı itibara almadık, âlemciliğin içine girmedik. Aza kanat ettik maddiyatın peşine düşmedik. Ekmeğim var, fevkalade iyi değiliz ama fazla zengin olmayı da istemedim. Sakıncalı o zamanda huzursuz olursun çalışamazsın.

 

BİR TABAK YEMEK ALAMAYAN SANATÇILAR VAR

 

Yine her şeye rağmen ben memleketimi seviyorum. Bir tabak yemek alamayan sanatçı arkadaşlarım var. İnternet var ya onların emeğinin hepsi boşa, ben çok mutluyum. Benim memleketimde insanlar beni severler ki beni darıltmazlar gözleri ile kaşları ile ilgilenirler(!). Benim moralimi bozuk görseler hemen oraya bir 100 milyon sıkıştırırlar. Bu adam işsiz kalmasın diye. İnsanların sevgisi var.

 

61’DE KARAPINARLI DÖNDÜ HANIMLA EVLENDİK

 

1961’de evlendik. Karapınarlı Döndü Hanım ile. Bu evlilikten Zeki ve Fuat isimlerinde iki çocuğum var. Gayet mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir şekilde hayatımızı sürdürüyoruz. Biz bu hayatımızdan memnunuz, şükrediyoruz.

 

OĞLUM ZEKİ BEŞİNCİ KATTAN AŞAĞIYA DÜŞTÜ

 

Bu arada oğlum Zeki bir gün apartmanın beşinci katından düştü. O zaman hapishane caddesinin orada oturuyorduk. Ben hemen Zeki’yi alıp Ankara’ ya götürdüm. Konya-Ankara gidip geldik yıllarca. Ankara’da Zeki’ yi tedavi ettirebilmek, doktorlara çıkabilmek için kapıcılara 52 paket malbora dağıttım… Zeki’nin tedavisini Hacettepe’de yaptırdık. Maddi yönden sarsılmamız oldu. Ama olsun çocuk benim. Üç dört sene sürdü. Allah kimseleri fukara yapmasın, fukaralık maskaralık, eğer o halde olsaydık Zeki’mi kurtaramazdık. O zaman dedik ki biz bunu Zeki’mize harcayalım o da iyi olsun şimdi ki gibi Zeki bizim elimizden tutsun, gezdirsin, borcunu ödesin.

 

ZEKİ MÜREN İLE MARDANYA GAZİNOSUNDA ÇALIŞIYORUZ

 

Bir gün Rahmetli Zeki Müren ile Mardanya Aile Gazinosu’nda birlikte çalışıyoruz. O gün Zeki Müren programa biraz geç geldi. Mustafa Kandıralı geldi bana ‘ Hadi Allah aşkına sahneye çık, Zeki Müren gibi bir oku’ dedi. Ben de ona “tamam ama adam gelirse ne diyeceğiz” dedim. “Yamağı deriz” filan dedi ve zorla beni sahneye çıkarttı.  Ben de bir Allah çektim ve onun gibi “canlarım ciğerlerim” dedim ve başladım söylemeye; gazino Zeki… Zeki… Zeki… diye inliyordu. Biraz sonra seyircilere kostümümü değişip geleceğim dedim ve sahneden indim. Zeki Müren gelmişti çünkü. Zeki bana “ahlaksız aynen benim gibi okuyorsun” dedikten sonra “şu Konyalı var ya öyle fena çocuk gibi ne zaman benim diksiyonlarımı öğrendi” dedi.

 

RADYO SPİKERİ ÇİKOLATA GETİRMEYİNCE FARE VAR DİYE KORKUTTUM

 

Bir günde radyodayız. Spiker Mukaddes Gözaydın radyoya her geldiği zaman bana çikolata getirir. Yıl 1958, o yıllarda çikolata yemek filan çok zor bir olay. Avrupa’dan gelecek de insanlar tadacak. O gün bana çikolata getirmemiş. Ben de tuttum elime sünger top aldım, çöp tenekesinin içine koydum. O haberleri okumaya başladı. Ben topu oynadıkça sanki çöp kutusunun içinden çıtır çıtır ses geliyormuş gibi oluyordu. Haberi okuyordu ama renk değiştiriyordu. Teknisyen arkadaş haberin bittiğini bildirdiği an kapıyı çarptı ve “Allah kahretsin çöplükte fare var” diyerek bağırarak kaçtı.

 

İLK TEYBİ YATAĞANLI MUSTAFA AĞA GETİRDİ

 

İlk teybi Yatağanlı Mustafa ağa getirdi. Bir kayıt yaptık, benim sesim çıkmış… Ondan sonra Tahsin Par, Kebapçı Tahir Ağa’nın küçüğü Eski Garaj’ın orada dükkânı vardı. Daha sonra ben teypleri doldurdum, onlara türküler söyledim, onlar da lokantalarında dükkânlarında çalarlardı... Daha sonra çoğaldı, teybi öğrendik. Plak dinlemeye başladık. Bir gün gramofonum oldu. Ama çalamıyorum ki bisikletçinin birinden bir dinamo aldım dinamoya gece lambasından cereyan verdim, tabloya çevirttim, kristal aldım radyocu abiden… Pikap kristali taktırarak plakları öyle dinledim; şimdiki insanlar şanslı, bilgisayar var.

 

ÇAMI YAKSAN ODUN OLMAZ HER KIZ KADIN OLMAZ

 

Konuğumuz Ahmet Özdemir hayat öyküsünü kendine özgü o tatlı sohbeti içerisinde akıcı bir şekilde anlatırken zaman zaman da adeta hayat dersi veriyordu:  O zamanlar insanlık sağlamdı şimdi hatır gitti. Misafir bir evin nimeti bir evin bereketi idi. Misafir olmazsa ev olduğu belli olmazdı. “İneğe göre danası buğdayına göre denesi kumaşına göre bezi anasına göre kızı olurmuş. Çamı yaksan odun olmaz her kız kadın olmaz. Ben varmam inekliye yoğurdu sinekliye Allah beni nasip et omuzu tüfekliye” derlerdi. Analar o zamanlar kızlarını iyi yetiştirirlerdi, kızlarını şimdi alelade yetiştiriyorlar. O zaman analar kızlarını tembihlerlerdi “Aman kızım el içinde konuşma oturmasını bil kalkmasını bil” derlerdi. Şimdi evlilikler tramvayda tanışma ile başlıyor adliyede boşanmayla bitiyor. Artık bir yastıkta 40 yıl kocamak nerede?

 

SANATÇILIK ÜÇ BEŞ  PARÇA ÖĞRENMEKLE OLMAZ

Kültür işi çok güzel bir iş ancak sanatçılık çalışmayla olur… Öyle üç beş parça öğrenmekle olmaz. Hangi bölgeye gidersen o bölgenin türküsünü söylemek zorundasın. Urfa’da Adana türküsü Adana’da Konya türküsü söylenmez. Hem de makamına şivesine uygun söyleyeceksin.

 

O ZAMANLAR KONYA’DA 3 DOKTOR,166 TELEFON, 20 OKUL VARDI

 

O zamanlar koskocaca Konya’da üç doktor vardı. Burhan Göksu, Rıfkı amca bir de Ermeni hekimsava vardı. Yine o yıllarda 166 telefon 20 tane okul vardı. Tabii telefonlar manyetolu idi. İlk defa beyaz eşyayı satanlardan birisi ise Ali Ulvi Erandaş idi. Dükkânı İstanbul Caddesi’nde idi. Sonradan Hasan Hüseyin Koçaş, Muammer Koçaş eklendi… Mesela Dede Aile Bahçesi’nde Eyüp ağa vardı. Cumhuriyet Bayramı’nda platformu o kurardı. Cumhuriyet Bayramı vali konağı karşısında olurdu, Kayalıpark’ta yapılırdı… Eski adliye binası valilik Kayalıpark’ta idi. Kayalıpark o zaman daha geniş idi, şimdi “yola alacağız yola alacağız” diye parkı küçülttüler. Fahrettin Paşa parkı Arapoğlu makasındaydı. Şimdi Konya kebabı fırında haşlanır, haşlama ettir. Yani eskiden Kebapçı Tahir ağa vardı, kuzu etinden kebap yapardı.   Gazyağcı vardı. Eti leğenlere dizer, altlarına ızgara şeklinde ağaç dallarını koyar, yağlar aşağıya inecek ya. Çöplerle hepsini çevirirdi, onun özel çöpleri vardı; ete batırır, çevirir, kontrol ederdi. O kebaplar çok güzel olurdu. Etliekmek o zaman 100 kuruştu. Ama o etliekmek var ya şimdikiler etliekmek değil. Dana etinden etliekmek olmaz. O zaman güzelce üretmeler vardı, pakmaya yoktu. Özel nohutla temin edilmiyordu. Saat sabah 3’te gelirlerdi hamuru yoğurmak için, şimdiki gibi hamur makineleri yoktu ki.

 

KOSKOCA BELEDİYE BAŞKANI GÖNDERE GÖNDERE BİR KÖR GÖNDERMİŞ

 

1985’te Mustafa Özkafa söz verdi “seni Erzurum’a göndericeğiz” diye. Atatürk Üniversitesi’nde bahar şenlikleri vardı. Mustafa Özkafa bana “paranı da al” dedi. O zaman bizi bindirdiler bir otobüse, 18 saatte zor vardık. Tabi ben yol boyunca konuşuyorum çalıyorum, söylüyorum. Bir ara şoför dayanamadı “Allah belanı versin” deyince ben “niye?” diye sordum. Adam kızdı “Senin çenen susma mı?” Ben de “Ben uzaydan çalışırım” dedim. Erzurum’a gittik programa çıkacağız. Arkadan bir Erzurumlu geldi, bana baktı baktı ve “Konya Belediye Başkanı Özkafa göndere göndere bir kör gönderiyor adamın saçı başı da ağarmış” dedi. Ben meyve suyunu içmeye devam ettim, moralim bozuldu tabii.  Bu arada aynı adam rektörü haber veriyordu “Sayın rektörüm Konya’dan bir ama gelmiş” dedi. Bu arada bana yardımcı olsun diye iki tane bayan vermişler. İki kız öylesine işte. Benim canım sıkkın yaaa ben de döndüm adama “Gözümüz kör diye bana bunları mı verdiniz. Haa ağzı yüzü düzgün olan birilerini verseydiniz” dedim. Bu arada podyum hazırlanıyordu. Çok güzel anfi vardı ses düzeni çok güzeldi. Sahneye çıktım, “Sizlere Mevlana’dan selam getirdim” diyerek söze başladım. Tam 2.5 saat türkü söyledim çok mutlu oldular. Programdan sonra o adam geldi “kusura bakma gardaş ben seni tanıyamamışım” dedi. Bu arada Mükerrem Kemertaş geldi Raci Alkır abi geldi. Ud ile onlara “dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi altım çamur üstüm yağmur üstüm yine hoş idi”yi söyledim. Mükerrem abi de “ne feryad edersin divane bülbül”ü söyledi. O gün orada 200 bin kişi vardı. Ben sahneden ininceye kadar kimse kımıldamadı, müthiş tezahürat yaptılar.

 

DİYAKARBAKIR’DA ZURNACI PARALARI TOPLAYINCA NASIL KIZDI

 

Bir gün Diyarbakır’a konsere gittik. Mahsus onları gıdıklamak için “Saffet Efendi Saffet Efendi”yi söylemeye başladım. Tabii onlar kendi bölgelerinden türkü istiyorlardı. Bir süre sonra bana bir Diyarbakırlı “ola bizim türkülerden yok mu biz bunu anlamaz uzun havalardan yok mu?” dedi. O zaman tuttum “Sarı sabahlık da yakışır mı güzele?”yi okumaya birden coştular. Sahneye paralar yağıyordu. Ben arada bir de paralara doğru elimli atıyor onlardan bazıları da elime geliyordu. Bunu gören zurnacı çok fena kızdı, arkadaki davulcuya seslendi  “Abi bu kör dediğiniz adam paraları kapıyor hani bunun gözü görmezdi” deyirdi.

 

ALMANYA’DAN ÇAĞIRDILAR GİTMEDİM

 

Almanya’dan çağırdılar ama “ben yurt dışına çıkmam istemem dedim ve hiç yurt dışı teklifini kabul etmedim. Ben aşırı derecede para babası değilim. Benim karnım doydu mu en güzel o işte. Öyle birikim yapaylım şunu yapayım diye hevesim olmadı. Kesin bir repertuvarım yok. Hangi memlekete gidersem o memleketin insanı olurum, kahvehanelerine varırım. Onlarla diyalog kurarım bu bir psikoloji yöntemidir, o insanları tanıyamazsan sahnede bunalım geçirirsin bir de ben ekip arkadaşlarımla çok iyi geçinirim, mesela adam cihaz kuracak ben hiç bağırmam “şunu getirir misin tatlım şurası eksik şu monitörü al tatlım gülüm” derim o işi yaptırmasını bilirim.

 

HEDİYESİZ YAR SEVİLMEZ SEVDİM DİYEN YALAN SÖYLER

 

Hediyesiz yar sevilmez sevdim diyen yalan söyler. Onları ödüllendirir onlarla kavgam, halkla kavgam hiç olmaz. Program bittikten sonra insanlarla sohbet ederim, onlardan hiç kaçmam.  Saklanıp da ne yapacağız 4 günlük dünya. Kıskançlık yapmam Eskiden Udçu Bahri vardı. O eski Kız Öğretmen Okulu’nun olduğu yerde oraya gider onun yaptığı udların akordunu yapardım. Şimdi artık Ramazan’ın filan geldiği belli değil, insanlar ancak aç duruyorlar. Eskiden erişteler kesilir, şehriyeler kesilir, kuskuslar dökülürdü. “Aman mübarek gün geliyor kuzuuum” diye sahura kalkılacak, sahurcunun bahşişi verilecek diye hanımları telâşe alırdı. Şimdi taş gibi yatılıyor tavşan gibi kalkılıyor. Millet 12’ye kadar yatıyor, orucu uykuya tutturuyor. Ondan sonra da bir afra tafra… Aşırı şekilde savurganlığımız var. Bilhassa ekmeklerimin atılmaması lazım, onların değerlendirilmesi lazım… Yağda tavada ısıtılmalı, yenmeli, çöplere atılmamalı. Eskilerde fakirlik vardı yokluk vardı. Fenni fırının oradan ekmek alırdık zor zoruna alırdık. Ama o ekmeğe çok değer verdik. Eskiden dökülen ekmekler sofra bezinde toplanırdı. Şimdi masada adam ekmeğe ağzını silip kalkıyor. yemeği ekmeği de orada bırakıyor. Nimete vefasız insan. Allah hakkımızda hayırlısını versin.

 

KONYALI BENİM KIYMETİMİ BELKİ BU DÜNYADAN ZILDIĞIM ZAMAN BİLİR

 

1993’te TV’ye girdikten sonra hanımlarla ilişkim kesildi. Konya’nın yemekleri çok güzel yaprak sarmasını çok güzel yaparlar. Yaprak sarması hamam bohçası gibi olmaz. Bugüne kadar tam tamına 365 bin 829 kız gelin etmişim ,nişan yapmışım. Konya’nın Ahmet abisiyim. Konyalı benim kıymetimi belki bu dünyadan zıldığım zaman bilir. Benim istediğim düğün salonları yok. Pilavlar eskiden bakır tepsiden verilirdi, alüminyum melamin tabaklarda değil. Bir asker Mehmet iki üç yamak bulur pişirir. Asker Mehmet kendisi bir servis yapsın da bir göreyim. Eskiden tasla hoşaf verilirdi. Bir de şimdi bardakla rakı içer gibi meyve suyu veriyorlar, hoşaf kaşıkları vardı, tahta kaşıklar vardı, bamya tasları vardı. Şimdikiler marangoz talaşı gibi hangi et olduğu bile belli değil, pilavın üstünde et geliyor.

BABAMA HAC’DAN UD GETİRTMİŞTİM

Ud ile oturdum mu bir orkestra gibi olurum. Şimdi orgun üzerinde hepsi var. Bu işi el emeği göz nuru ile yapacaksın, işi elinle yapacaksın. Babam Arabistan’a Hac’ca gitmişti. Ona oradan ud getirttim. Onu Adana’da karşıladık benim emaneti verirken “al oğlum bir gören olursa ayıp olur” diye verdi. Biz müşterek bir aileyiz.  Abim hala söyler, “biz bunu hafız yapalım dedim kendini uda kaptırdı” ben de ona abi “ben ikisini de yaptım şimdi seni bir kez beni bin sene anarlar” diye takılırım.

 

GELİNİ KIRKHAN’DAN ALDIM KONYA’DA KAYINPEDER ÇALGICI DİYE LAF SÖZ OLUR DİYE

 

Gelini Kırıkhan’dan aldım kayınpeder çalgıcı diye lafı sözü olur diye. Çocukluğumda çanta yaptım, el örgüsü yaptım ama en sonunda müzikte karar kıldık. Altı noktayı filan okumadım, sevmedim onu ben, sana mektup gibi yazacağım sen anlamayacaksın. Aşırı taklit yeteneğim var. Her sanatçı ya ud çalar şarkı söyler; ben hepsini çalar söylerim. Biz de tiyatroda var ilk türküm “haydi bizim evde şeker lokum var”, ikincisi elmaların yongası” üçüncüsü ise “Ermeneğin keklikleri ötüyor”, Dördüncü “Şu sillenin sokakları sekili” idi. Şimdi yeni bir türkü daha yazdım daha hiç okumadım “Loras dağı omuz omuz yükselir / Alaaddinden sürü sürü kız gelir / Hepsi güzel hangisinden geçilir / hepsi de bu garip Ahmet”i bilir.”

 

HAYATTA İKİ ŞEYİ KULLANMAM BİRİ CEP TELEFONU DİĞERİ İSE KREDİ KARTI

 

Evlilik çok güzel olmalı, saygı olursa sevgi olur. Sevgi olursa saygı olur. Ne demişler “dilli dibe geçer dilber kapıda kalır”. Gençlerimiz iyi telefon, iyi sigara, iyi kız peşinde. Konya’da biraz zengin oluyorsun havaya giriyorsun. Biraz gariplere bak, ben şu halimle bayramlarda üç beş tane çocuk giydiriyorum. Ne oluyor ya adama dedesinden toprak kalmış, üzerine ev yapıp yapıp satıyor, satıp satıp yiyorlar. İyilik er kişinin kötülük her kişinin. Yapıcı olacaksın. Bizim memleketimizde dedikodudan hızlı giden makine yok. Hayatta iki şeyi kullanmadım. Biri cep telefonu diğeri de banka kartı. Bugün 8 tane albümüm var. Dokuz sene de stüdyo eğitimi aldım.