İran’da yaşasaydınız?

Mustafa Yiğit

Hafta sonu akşamı uzun zamandır uğrayamadığım mekana uğruyorum nihayet…

Çoğunluğu “İslamcı” dergi ve gazetelerde yazan dostların uğrak yeri olan bir yayınevinden bahsediyorum…

“Türkan Saylan yazıları”ndan sonra gerek mail, gerekse telefon yoluyla pek çok olumlu, olumsuz tepki almıştım.

Olumlu tepkiler daha çok kendini solda gören, Kemalist çevrelerdendi…
Olumsuz tepkiler ise kendilerini sağda gören ve İslamcı olarak tanımlayan kimselerdendi…

Bu yazılarımdan sonra ilk kez çoğunluğu  “İslamcı” olan muhafazakâr dostların mekânındaydım…

İlk önce bana “Türkan Saylan’a mektup yazan İslamcı yazar, nasılsın?” diye takıldılar, ama inanın bu takılmadan daha öteye gitmedi, özellikle İslamcı camianın okur-yazar kadınları, dostlarımız, benim çok farklı bir Türkan Saylan kaleme aldığımı, farklı bir bakışla konuya yaklaştığımı söylüyorlardı…

Evet, biz yazarların işi de bu değil midir?

Farklı bir bakış açısı yakalamak ve farklı bir yerden konuya yaklaşmak…

Ön yargılarla savaşmak…

O gün de farklı bir konuyu yakalamak üzereydik aslında…

Sohbete başladığımızda bunu yeni yeni fark ediyordum…

Her zamankinden farklı bir sohbete girmek üzereydik, çünkü bu sohbette dışarıdan bir konuğumuz da vardı.

İranlı bir genç…

O Türkçe bilmiyor, biz de Farsça bilmiyoruz. Ama konuşmak istiyoruz…

Ve Maalesef ortak dilimiz İngilizce... 

Hemen aklımıza İran seçimleri geliyor…

Soruyoruz, “İran’da neler oluyor?”

“İran’da neler mi oluyor?” diye soruyla karşılık veriyor ve devam ediyor…

“Yaşanan şey tam anlamıyla seçim özgürlüğünün gasp edilmesidir ” diyor…

Bu cümleyi ciddi bir şekilde üzerine basa basa birkaç defa söylüyor…

 “Sen de bize Amerikan’ın kışkırtmasıyla sokağa dökülen adamların dünya basınındaki yansımasını anlatıyorsun” diyoruz.

Üzerine biraz daha gidiyoruz…

Ahmedi Necat’ın İsrail’e, Amerika’ya karşı dik duruş sergilediğini ve bu nedenle Türkiye’de çok sevildiğini, bizim de takdir ettiğimizi  söylüyoruz…

O buna şiddetle  karşı çıkıyor ve  “Siz, İran’da yaşasaydınız, Ahmedi Necat’ı değil Musavi’yi desteklerdiniz” diyor…

İşte burada film kopuyor…

Başka bir açıdan yaklaşarak belki yumşatabiliriz diyoruz İranlı arkadaşı…

Ve iki karizmatik liderin karşılaştırmasını gündeme getiriyoruz…

Ahmedi Necat’la Tayip Erdoğan’ın siyasette sergilediği performansa ve siyasal tavrına bakarak birbirlerine benzediğini söylüyoruz…

Necat’ın İsrail karşıtlığını, Erdoğan’ın Dovos çıkışını hatırlatıyoruz….

Buna da itiraz ediyor…

“Siz tablonun bütününü göremiyorsunuz” diyor.

”Tablonun bütününe bakarsanız, gözlemleyebildiğim kadarıyla Tayip Erdoğan, insan haklarına saygı ve bireylerin özgürlüğü açısından Ahmedi Necat’a değil daha çok Musavi’ye benzeyebilir” diyor…

Bu kanıya nasıl vardığını soruyoruz…

O da Türkiye’de bulunduğu sürece “I… Kİ... Pİ…?” hakkında yeterince bilgi topladığını, kitap okuduğunu söylüyor…

Merak ediyoruz, “I… Kİ... Pİ…?” derken, neyi kastettiğini soruyoruz…

Konuşmanın devamında AK Parti’den bahsettiğini anlıyoruz…

Ancak uyarıyoruz, “aman ‘I… Kİ... Pİ…’ deme, sen de ‘edepsiz’ olursun”

Onun adı AK Parti!

İranlı arkadaş bu uyarıdan sonra, konuşmasında hep AK Parti ifadesini kullanıyor…

“Herhalde sayın Başbakan bu çabamızı duyup bizi takdir edecektir” diyerek takılıyorum dostlara…

Ve tekrar soruyoruz, belki köşeye sıkıştırabiliriz umuduyla.

“Niye Musavi?”

“İran’da Musavici olmak için pek çok gerekçe var” diyor ve peş peşe sıralıyor İranlı arkadaş gerekçelerini:

Her şeyden önce Musavi, İran İslam Cumhuriyet’nin lideri Humeyni’nin en yakınındaki kişilerden biriydi…

Aynı zamanda eşi, Ali Şeriati’nin öğrencisidir…

İranlı  düşünür Abdülkerim Suruş ve şehit  Şeriati’yi özümsemiş bir adamdır Musavi…

Yani, “Dine karşı, din” yazarının yolundan giden bir adamdır, O...

Bunlardan daha önemlisi, insan hakları ve özgürlüklerinin en önemli savunucusudur…

Onu destekleyenler, değişim isteyen entelektüeller, gençler yani toplumun en dinamik kesimleri…

Bu gerekçeler bize de makul geliyor…

Musavi doğru şeyler yapıyor olabilir, hatta İranlı arkadaşın söylediği gibi muhtemelen İran’da yaşasaydık kısıtlanan dini, kültürel özgürlükler karşısında nasıl ki,  bir zamanlar Türkiye’de statükonun değil de değişimin yanında olanları desteklemişsek, aynı şekilde İran’da da   “özgürlükçü” Musavi’den yana olma ihtimalimiz epeyce yüksekti…

Aslında Musavi’ci olmamız için bir başka gerekçe daha vardı…

En azından benim için…

İranlı arkadaşımız, Ahmedi Necat’ın da Türk olmamasına rağmen çok iyi Türkçe konuştuğundan bahsetmişti…

Ancak  laf arasında bir başka şey daha söylemişti!

Musavi’nin , Güney Azerbeycanlı bir Türk olduğunu…

Anlayacağınız ibre Musavi’den yana kayıyordu…

Sohbet böyle uzayıp gidiyordu…

Ancak biz yine de yeterince ikna olmuyorduk…

Ahmedi Necat’ın ülkesinde bir korku imparatorluğu hüküm sürüyor olabilirdi…

Tıpkı eski Sovyet sonrası oluşan Cumhuriyetlerde olduğu gibi…

Bunu bertaraf etmek için demokratik yönetimlerin iş başına gelmesi kaçınılmazdı…

Ancak demokrasiyi Amerika getirmesin…

Eğer İran’a da demokrasiyi Amerika getirecekse “pılınızı pırtınızı toplayın oradan kaçın!”  diyerek uyarımızı yapıyorduk…

Bu uyarı boşuna değildi…

Yaşanmıştı her yerde…

İran’da da Kadife devrimlerin Sovyet sonrası oluşturduğu travmanın bir benzerinin yaşanacağı kuşkusunu içimizde taşıdığımızı ve Musavi’nin de aynı oyunda istemeden yer alabileceğini düşündüğümüzü, bunu aklının bir köşesinde tutması gerektiğini söylüyorduk…

Nihayet sohbet bitiyordu…

İranlı arkadaş biraz ikna olmuşa benziyordu…

Peki biz ikna olmuş muyduk…

Kafamızın bir yerinde aynı soru dolanıp duruyordu.

Evet , İran’da yaşasaydık?