“Eyyamcılık” mı, “döneklik” mi?

Mustafa Yiğit

“Eyyamcılık”  mı, “döneklik” mi? Tercih sizin…

 

Son zamanlarda medya kazanı yine kaynıyor.

Bu sefer  “eski” camiaları tarafından sıklıkla eleştirilen, neredeyse üstüne çizgi çekilen, hatta çoğu defa adından “haaa, O mu” diyerek sadece işaret zamiri ile söz edilen,  Ahmet Hakan ve Mümtaz’er Türköne birbirine girdi.

Biri diğerini “döneklik”le diğeri ise ötekini “eyyamcı”lıkla suçluyor.

Döneklik tartışmaları bu kez birbirlerinden farklı dünya görüşlerine sahip iki kişi tarafından yapılıyor.

Biri “Ülkücülük”ten diğeri “İslamcılık”tan itizal eylemiş.

Mutezile gibi bir tarikat oluşturamasalar da hatırı sayılır okurları olmuş ikisinin de bu kopuş sonrasında.

Aslında pek çok kişinin bilmediği bir şeye vurgu yapmayı gerekli görüyorum.

Evet, Ülkücüler ve İslamcılar aynı tabana sahipmiş gibi görünseler de yaşama bakışları, hayatı algılayışları çok farklı.

 

Ülkücüler nasyonalist, İslamcılar enternasyonalist.

Ülkücülerin ticaretle, parayla ilişkisi öyle güçlü değil, yani ne “Müsiad” gibi kuruluşları, ne de holding kurup onu geliştirecek kadar esnaflıkları var..

Bunlar sabır işidir,  o da ülkücülerde yok.

Ülkücüler daha kaba işleri yaparlar, yaptıkları en ince iş ise memurluktur...

Belki de “devlet ebed müddet” anlayışıdır ve devlete sahip çıkma psikolojileridir onların mesleki seçimlerinde etkin olan görüş bilmiyoruz.

Velhasıl bu iki grubun yazarları farklıdır, düşünce adamları da farklıdır… 

Bu nedenle medyamızdaki iki güzide yazarın birbirini döneklikle suçlaması çok garip!

 

Dönmüşlerse bile başka başka yerlerden dönmüşlerdir, yani bu Marksistlerin yaşadığı gibi bir döneklik değildir, fraksiyon çatışması yaşayanların, öyle fikir sancısı içinde kıvrım kıvrım olan adamların, dönekliği de değildir yaşanan..

Her şeyden önce  “dönekliğe” dair yaptıkları tartışma ideolojik değil;  kişisel.öyle ki, bunlardan birinin ideolojik altyapısı  “iskele sancak” programında öğrendiklerinden  öteye gitmeyecek kadar sığ, diğeri zaten geçmişiyle bağını çoktan koparmış,  tarihin sonu diyenlerin ideolojik angajmanına çoktan girmiş, Abant toplantılarında liberalizme iman edenlelerle yüzük kardeşliğine girmiş bir zaat.

 

Evet, birisi bir zamanlar “Siyasal”da  çok zor bir  dönemde ülkücülük yapmış, hatta  “taş odalı” olmuş, gerçek bir mücadelenin içinde yer almış Mümtaz’er Türköne, diğeri ise bir zamanlar İslamcı olan bir kanalın sunucusu olmanın ötesinde ne tür dava çilesi çektiğini bilmediğim Ahmet Hakan.

*****

 

Türköne hocamızın ülkücülüğü seksenli yılların sonunda sona eriyor.

“eski ülkücü”lerden biri de O oluyor anlayacağınız…

Eski ülkücülerin bir efsane tarafı vardır hep, O da efsanelerden biri aslında.

Hatta romanı yazılacak,   filme çekilecek bir dönemin içinden gelen çok mühim bir şahsiyet de diyebiliriz onun için.

Senaryosuna katkıda bulunduğu “hatırla sevgili”den daha sahici bir hayatı var aslında Hoca’nın..

O  kalemi güçlü olmasına rağmen yazmadı 78 kuşağını, belki genç kuşaktan biri yazar onların hikayesini ve belki de bir TV kanalında dizi film bile olur ne dersiniz?

 

Hatta, öyle bariz yanlışlara düşmez senaryoyu yazan,  bir ülkücünün  “ülkü ocağı”na gidiyoruz demeyeceğini, yalnızca “ocağa” gidiyoruz diyeceğini bilen biri yazar belki onun kuşağını ve “taş odalıları”

Neyse, evet şimdi gelelim Hoca’mızın sonraki macerasına..

Haksızlık etmeyelim, yine de “taş oda”lı arkadaşlarını unutmadı O.

Zaman zaman bir araya geliyor, eskiyi yad ediyor nostalji babında

 

Hocamız…

Milliyetçi, ülkücü camiayla bağı da bundan öteye gitmiyor aslında…

Seksenli yılların sonlarında kendini, bir zamanlar içinde yer aldığı camiayı sorgulamaya başlıyor,  doksanlı yılların başında ise Doğru Yol’da, Tansu Çiller’in danışmanlığıyla merkezde olmanın nimetlerinin farkına varıyor.

Yani profesyonelleşiyor.

Sonra cemaatle tanışıyor.

Ülkücü camiada “iş bilen”, “okuyup yazan”  pek çok eski gibi o da yolunu değiştiriyor, daha doğru bir deyimle   yolunu buluyor.

Aslında bunda pek de haksız sayılmaz hoca.

Kendi içindeki değerlere pek de kıymet vermeyen bir hareketin mensubu olmaktan bıkıyor belki de…

Yoruluyor..

 

Ve bir zamanlar sözünü dinlemediği için şimdilerde pişman olduğu, Taha Akyol gibi  hemen milliyet de yazmasa da bir alt model olan Hocaefendi’nin gazetesi olan Zaman’da  yazmaya başlıyor.

Hocaefendi’nin cemaatiyle iyice merkeze yerleşiyor.

Bu durum mevcut iktidar AKP  ile temasını da kolaylaştırıyor.

Sonrasını biliyorsunuz.

Ahmet  Hakan’ın diline düşmeye kadar varıyor iş.

****

 

Ahmet Hakan ilginç biri. “Düşünsel derinliğin olmasına gerek yok, büyük bir gazetede yazmak için” sözünün tipik bir göstergesi.

Gerçi kalemi iyi, kıvrak bir zekaya sahip buna diyecek bir şeyimiz yok.

Ama bunlar orada yazmak için yeterli şartlar değil.

Şaraptan ve kadından söz edebilen bir imam hatipli olmak,  işte büyük gazetede yazmanın en önemli şartı son zamanlarda.

Bizim kendimize dahi söylemeye utandığımız şeyleri o yazarak şöhreti yakaladı.

 

Kendisini değil, ama camiasını ifşa eden bir marketing yazarı.

Yoksa inandığı bir ideolojiye ve değere derin eleştiriler getiren bu nedenle de “dönek” olabilecek biri değil.

Belki İsmet Özel için bu deyimi  kullanabiliriz. 

Gerçi onun nereye nasıl döndüğünü anlamakta da zorlanıyoruz zaman zaman.

Yine de   Ahmet Hakan’ın bir döneme, bir ideolojiye ihanet ettiğini düşünmek ve bu nedenle ona saldırmak abes olsa gerek.

Bu zatın Türkiye’nin en etkili gazetesi  Hürriyet’e transfer olması da bu açıdan bakınca o kadar önemli değildi aslında.

 Ancak Hürriyet, yine  iyi bir reklam başarısına imza atmış ve  muhafazakarlığı/İslamcılığı “sakal”ından öteye gitmeyen sığlıktaki ismi bir “itirafçı”çı gibi kullanmıştı.  

 

Ancak bu  “itirafları” çok da etkili değildi Ahmet Hakan’ın.

Çünkü Ahmet Hakan gerçekten o camianın adamı değildi.

Aslında O’nun bugün olduğu gibi, dün de kendi camiasında seveni azdı.

Bu anlamda şöhreti yakaladığı ve içinden çıktığı camia açısından fazla bir kayıp sayılmazdı Hürriyet’e gitmesi.

Evet  asıl rahatsız olan kesim içine yeni dahil olduğu, Nişantaşında arzı endam ederek boy gösterdiği “Beyaz Türkler”di.

 

Bu adamı İslamcılardan daha çok onlar ciddiye alıyorlardı.

Çünkü bu adam onların mekanında geziyor, onların kızlarıyla seviyeli ilişkiler kuruyordu artık.

Bu yüzden yumruklaşmaya varan polemiklere bile girmişti yeni ortamın esas oğlanlarıyla…

Yazıları ise bir zamanlar içinde olduğu camianın esas oğlanları hakkında yorumlarla  süsleniyordu.

Bazıları hakkında “Beyaz Türklerin” bilmediğini biliyor ve bu bildiklerini piyasaya sürüyordu.  

Bir bakıma onların  bu büyük gazetede reklamını yapıyordu.

Reklamın iyisi kötüsü olmazdı değil mi.

Aslında durum bundan ibaretti…

 

Velhasıl, Mümtazer Hoca’nın,  Ahmet Hakan’dan çok farklı bir yerde durduğunu söyleyebiliriz.

O geçmişte içinde bulunduğu ideolojiye ve gruba acımasız eleştiriler yapıyordu, ancak kişisel, dedikodu düzeyindeki eleştirilerden uzak duruyordu.

Bu manada kendisi Ahmet Hakan gibi “eyyamcı” değildi, ama “döneklik” diyebileceğimiz bir yerde olduğunu da inkar etmiyordu.

Çünkü “döneklik” için bir zamanlar bir davada yer almak, onun için fikri, fiili mücadele etmek ve bu mücadelenin aslında yanlış olduğunu görmek ve  “ben sizinle değilim artık, fikrim değişmedi ama zikrim değişti” demek gerekiyor.

 

Ahmet Hakan’ın hem fikri hem de zikri değişmişti O’na göre.

Yanlış anlamadıysam, Ahmet Hakan’a yazdığı son yazı da bu görüşümü doğrular nitelikte.

Döneklik bir paye ve bu payeyi hak etmiyorsun senden  “dönek” olamaz, olsa olsa “eyyamcı” olur diyor Ahmet Hakan’a.

Mümtaz’er Hoca haklı gibi görünüyor ne dersiniz?

Şimdi düşünelim bakalım…

Anlı şanlı medyamızda ne kadar  “eyyamcı”  ne kadar  “dönek” var?