AHMET DAVUTOĞLU’NU DİNLERKEN!

Ümit Savaş Taşkesen

28 Şubat’a doğru giden ya da 28 Şubat olup geçen yıllarda, gündemimiz her gün muhtarlı, kırcalı görüntüler ve seslerle, manşetlerimiz zürriyet, zilliyetle, zihinlerimiz anlama, savunma, açıklama bulma, çıkış arama gibi konularla işgal ediliyorken yine bir yolculuk yapıyorum öğrenciliğin getirdiği ve öğrenci olmanın daha rahat yaptığı bir hal içre. O dönemde otobüs yolculuğu yaparken vazgeçilmezim şimdilerde olduğu gibi cep telefonu, Mp1-2-3-4-5-6…’lar değil kitap ve gazete oluyor. Otobüs ışıkları sönünceye kadar okuyorum. Belki başkalarıyla konuşmamak için okuyorum. Kafam karışık. Ön koltukta bir adam bir adam sigara içiyor sürekli. Yerimden rahatsızım. Homurdanıyorum. Gözlerim bir yer arıyor. Bakıyorum üç koltuk ileride beyaz sakallı bir ihtiyar. Bir yandan bana bakıyor bir yandan da sigaradan rahatsızlığını belli ediyor. Gözü elimdeki kitaplarda. Otobüs ışıkları sönüyor, kitaba ara veriyorum ama sigara sürüyor. İhtiyara bakıyorum yine beni çeken bir şey var onda ve beni çeken bir şey buluyor o da. Yanına gidiyorum, biraz nefes alabilmek için. Konuşacak ortak noktamız çok olmayabilir ve ben de bir an önce uyurum diye düşünüyorum. İhtiyarla ne konuşabilirim ki?  Okuduğum kitapları bilmez, gündemle pek alakası yoktur zaten, gençlik ve öğrenci bunalımlarından anlamaz... Bu dünyanın değil öbür dünyanın adamıdır bunlar diyorum içimden koltuğa doğru ilerlerken… Beklediğim gibi çıkmıyor ihtiyar, şaşırtıyor beni. Temiz, çok temiz ve titiz sakalı, kıyafeti, bakınca içinde bir saygı oluşturuyor hemen. Hizaya geliyor ukalalığın, asiliğin, aykırılığın, her şeyi ben bilirim edalarındaki bakışların, dünyanın gizini elinde, zihninde taşıyormuş gibi duruşun, zihninde konuşmanın uygun yerine kondurulacak alıntı cümlelerin… İhtiyarın konuşması duru, gönülden, nezaket insanı kuşatıyor. Sorularla yokluyor beni, açacak, konuşturacak belli. Konuşuyoruz, hoşuma gidiyor... aynı dili konuşuyoruz. Koyu bir sohbet başlıyor aramızda gecenin koyuluğunda otobüste yol alırken. İneceği yer yaklaşıyor. Üzülüyorum. Daha uzun yolculuk yapsak diyorum. Yol hiç bitmese. Konuşulabilir, dinleyen ihtiyar bilge adamlara gençliğimin, gençlerin ne çok ihtiyacı var diyorum. Hikmetli sözleri, tecrübeyi hep satırlardan devşirmiş bir kuşak olarak bunları kanlı canlı, yaşayan ve örnek olanlardan dinleyemeyerek çok şey kaybettiğimi düşünüyorum. İhtiyar, sözün bir yerinde kitaplardan, yazarlardan bahsederken Ahmet Davutoğlu’nu biliyor musun? diye soruyor. Ne demek diyorum, tabii ki gazetedeki yazılarını, o dönem dergilerdekilere henüz ulaşamamıştım, hiç kaçırmam, keyifle ve çok şey öğrenerek okurum diyorum. İhtiyarın Ahmet Davutoğlu’nu bilmesi de şaşırtıyor beni, hoşuma gidiyor. Siz nerden tanıyorsunuz diyorum, okuyor musunuz? İhtiyar gülümseyerek diyor ki -Ben onun babasıyım… ilk tepkim “-Hadi canım sizde” oluyor. İnanmıyorum. Şaşırıyorum. Çok severek okuduğun, takip ettiğin bir yazarın babasıyla yan yana yolculuk yapıp sohbet ediyorsun. Olacak şey değil. Ama ihtiyar ciddi. Konuşuyoruz tekrar oğlu üzerine. Ben merakla sorular soruyorum. Yolculuk sona erecek. Otobüs garaja yanaşıyor. Sevdim seni diyor bana. Toyluğumu sevdi galiba. Bizim diyor bir derneğimiz var. Öğrencilere burs veriyoruz. Ama başvurusu geçti. Eylül ayında bir mektup yaz, müracaat et diyor. Dediği gibi yapıyorum. Aradan beş altı ay geçiyor. Param yok. Burs bulmam lazım. Aklıma geliyor birden. Oturup bir mektup yazıyorum. Tanışıklığımızı hatırlatan bir mektup. Anlatıyorum yolculuğu. Şu şekilde bağlıyorum mektubun sonunu “eğer burs verir yardım ederseniz Allah razı olsun. Yok unutmuş, hatırlamıyorsanız ne diyeyim hafıza-i beşer nisyan ile malulmuş. Gene Allah razı olsun.” Çok geçmeden cevap geliyor ve burs alıyorum.

Sonra o ihtiyar bilge adamla, Mehmet Davutoğlu ile karşılaşmam vaki olmuyor. Öğreniyorum ki Taşkent’in köylerinde imam hatip lisesine öğrenci kaydettirme, kazandırma çalışmaları sırasında kalp krizi geçirerek Rahman’a yürüyor. Allah gani gani rahmet eylesin.

Konya’da Ahmet Davutoğlu’nu beklerken, Dedeman’da hemen yanımdan gülümseyerek geçerken ve konferansında babasından bahsederken bunlar geliyor aklıma. Ne çok seviyorum bu adamı. Duruşu, bilgeliği, nezaketi, vakarı, sakin konuşma üslubu içinde bize hissettirdiği izzeti ile… Duruşu başkalarına da duruş katan, saygı oluşturan adamlardan Davutoğlu. Makamını hakkını vererek dolduran bir karakter. Oturduğu koltuğa bir şey katan, katacak olan ender bulunur adamlardan. Evet diyorum bu o adamın oğlu. Konya’daki konferansı öncesinde yemek masasının yanına yaklaşıp bunları fısıldamak istiyorum kulağına, “Sizi seviyoruz. Babanızla böyle bir tanışıklığım olmuştu. Ona teşekkür edemedim, size edeyim istedim diyeyim”. Ama protokole ters düşer bu diye duruyorum. Hem, ben kimim ki diyorum kendime.  Bu fısıltı yazı ile ulaşsın istiyorum kendisine, ulaşabilirse…

Bilge bakan Davutoğlu’na bakınca filozofların kral kralların filozof olduğu bir diyar hayal eden Platon’dan Farabiye, Nizamülmülkten J.Locke ve Goethe’ye, İzzetbegoviç’e değin, ortak noktaları bilgeliği devlet tecrübesiyle birleştirmek olan bir dünya isim geçiyor aklımdan.

Evet iyi şeyler oluyor, ama emek vererek, çalışarak, sabrederek, onca çelme takılmasına rağmen ayakta dik durarak…

 

Yorum Yap
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.