İzmir'de Rifat'ın Meyhanesi'nde

İzmir'de Rifat'ın Meyhanesi'nde

4-5 ay çeşitli aşevi lokanta ve pastane gibi yerlerde çalıştıktan sonra meşhur Eşrefpaşa semtinde iki köylümüzün de birkaç yıldır çalıştığı ve onların da bana kefilliği ile Rifat’ın meyhanesinde bulaşıkçı ve komi olarak çalışmaya başlamıştım.

Eşrefpaşa’da Rifat’ın Meyhanesi’nde


 


İsmail DETSELİ


 

 


-1960’lı yıllarda İzmir’de yaşadıklarım-


 


Sene 1960… Mart ayının içi… Bir mübarek Ramazan ayının ilk günleri çalışmak için bir akrabamızla İzmir’e gittim 4-5 ay çeşitli aşevi lokanta ve pastane gibi yerlerde çalıştıktan sonra meşhur Eşrefpaşa semtinde iki köylümüzün de birkaç yıldır çalıştığı ve onların da bana kefilliği ile Rifat’ın meyhanesinde bulaşıkçı ve komi olarak çalışmaya başlamıştım. Bu işim diğer çalıştığım işlerden daha rahat sabah saat 8-8,5’ta işbaşı yapıyoruz. Gece saat 11 sularında işi bırakıyoruz. Haftalığım 40 lira ama o yıllarda çok iyi paraydı… Sanata gidenlere haftalık 5-10 lira veriyorlardı. Bizimkisi onların yanında büyük paraydı. Bu tip yerlerde ancak bizim gibi ihtiyaç sahibi Anadolu çocukları çalışırdı. Başkaları bu işlere talip olmazdı.


 


İzmir’in meşhur Ketselli Caddesi’nde Çınarlı Han vardır. Orada köylümüz olan Kadir Abi (köyümüzde kendisine İsmet’in Kadir derlerdi) ile beraber bir odayı paylaşıyoruz. Kadir ağabeynin işi, seyyar zeytinyağı, sabun, deterjan, gibi şeyleri satarak geçimini sağlamaktı. Han odasının 35 liralık kirasının 30 lirasını Kadir abi veriyor, 5 lirasını da ben veriyordum. Onun seyyar olarak çalışırken iş edevatları ve takımları fazlacaydı, benim ise o zamanlar 100 liraya aldığım bir yatağım bir de yorganım vardı. Bütün eşyam, her şeyim buydu…


 


O yılların İzmir’inden de biraz bahsetmek isterim. Böyle Çınarlı Han gibi hanları Anadolu insanı ile dolup taşar, hanın her katındaki beton koridorlar bile köyünden kentinden gelen Anadolu’nun gençleri ile dolar, gezinecek yer bulunmazdı. İzmir’in zengin semtleri Halil Rifatpaşa, Hatay, Alsancak, Konak, Birinci Beyler, İkinci Beyler sokakları Ketselli, Varyant gibi yerler ise zenginlerin oturduğu muhitlerdi. Alsancak ve Kordon Boyu, Basmahane ve İki Çeşmelik’in haricinde bütün yollar paket taşı döşeli, köşeli, kesme taşlardı. Asfalt yok sokaklar stabilize… (İzmir in sokak ve caddeleri Osman Kibar (Asfalt Osman) tarafından Belediye Başkanı iken o yıllarda çok emekler verilerek yapıldı. Ama şu bir gerçek, her taraf, tertemiz kenar mahallelerde iki katlı evler çok nadir en çok da müstakil evler ve gecekondular vardı. Bazı semtlerde aile evleri fazla aile evi derken bu günün çok yabancısı olan bir durum bir evin ana girişinden sonra otel odaları gibi tek tek odalar orta yerde bir avlu, bir evde en az 5-6 aile oturur, buralara aile evi derlerdi. Bu evler de İki Çeşmelik’te ve Sinekli Yeşildere semtlerinde çok olurdu. Yağhaneler dedim de burada ilerisi zaten yoktu. O yılların İzmir’inin -şimdi Altın Yol diyorlar- oralarda yalnız başına gezmek oldukça zordu. Kimseler yok her taraf bomboş araziydi… İzmir böyle bir yerdi…


 


Komşumuz olan bir emlak komisyoncusu vardı. Cici Emlak… Burada Cici Kazım ve Osman ağabeyler vardı, sahipleri ortaklar. Cici Kazım beni çok severdi. More Ismayıl derdi bana. Kaçaburuk, ufaklık demek… Girit asıllılar böyle hitab ederdi.


 


-Buyur Kazım amca!


 


-Paran var mı more?


 


-500 liram var.


 


-Çok güzel…


 


-Yağhanelerin ilerisi parsel oldu metresi 50 Krş.. Gel sana bin metre yer alıvereyim, ilerde işine yarar.


 


-Yok, Kazım amca oralarda ne yapayım ben… İnsanı kurtlar yer kim gider ki oralara.


 


-Hadi len ordan siz ileriyi görmezsiniz, parayı sıkar oturursunuz…


 


Böyle demişti Kazım amca. Aslında oturmak değil benimkisi… Zor kazandığım ve köydeki ailemin ihtiyacı olduğu için harcamak istemezdim ama merhum Kazım amca haklıymış. Sonradan oralara para yetmez oldu. Cici Kazım Konya’nın Hatip nahiyesinde (şimdi mahalle oldu) Nahiye Müdürlüğü yapmış bizim yörenin insanlarını çok iyi tanırdı, onun için beni de çok severdi. Allah rahmet eylesin. İki Çeşmelik, Eşrefpaşa ve Yağhaneler arası taksi dolmuşları vardı. Kapıları tersine taksinin gidişine göre geriye açılırdı. Açılan eski Mercedes  Playmut markalı taksiler dolmuştu o zamanlar. Ücret mi? Eşrefpaşaya kadar 40 kuruş, yağhanelere kadar 50 kuruş, eğer yolcunun bagajı varsa (elinde bir tahta bavulu) o zaman 50 kuruş da ona alınırdı. O yıllarda Anadolu’dan akın akın insanlar büyük şehirlere çalışmak için taşınırdı. Aslanın ağzındaki ekmeği alabilmek için tahta bavullarıyla yola düşerdi Anadolu insanı… İki Çeşmelik’ten Eşrefpaşa, Hatay, Değirmendağı, Kale, Yapıcıoğlu, Çimentepe, Yağhaneler buralara hem otobüs hem de taksi dolmuşlar çalışırdı.


 


Bizim çalıştığımız Rifat’ın meyhanesi çok meşhur bir yerdi. Ben o zamanlar çok gençtim. Yaşım 15’i henüz geçmemişti. Ayağına çevik ve çalışmaya hevesli bir gençtim. Bir de mecburdum çalışmaya. Köyde anamın babamın kardeşlerimin benim çalışmama ihtiyacı vardı. Beraber kendi köylüm ve arkadaşlarım, aşçı Muammer abim, garson Ali abim bunlardan daha hızlı ve çok çalışıyordum. Muammer üç senedir çalışırken 75 lira haftalık alır, Ali ise bir seneden fazladır çalışır o da 60 lira haftalık alırdı.


 


Eşrefpaşa semtinde beni herkes çabucak tanıdı. Öyle bir İzmir idi ki samimiyet vardı, sıcaklık vardı. Herkes birbirini tanır, büyük, küçük, belli… Hepsi saygılı ve hürmetli, sevgiyi esirgemeyen insanlardı. Örneğin akşam işten çıktıktan sonra yolun ortasında 8-10 arkadaş “tıp” oyunu oynardık. Yolu trafiğe yerine göre 5-10 dakika kapatırdık. Kenardan geçenler, seyreder, gülerler, şoförler de bizi beklerler, oyunumuzu bozmazlardı, herkes birbirini tanırdı çünkü.  Bu arada ben Girit dilini yani Rumca’yı da çabucak kavradım. Bir masadaki Yunan müşteri ile konuşup sipariş alabiliyordum. Çoğu kez patronumla Rumca konuşabiliyordum. Bu arada esnaflar da beni çok seviyor ve iyi tanıyorlardı. Mesela fırıncı İsmail Şişmanoğlu, Beyşehirli Tahmis Tahir (büfeci) Kasap Halim Peynirci Ali, oğlu Mehmet ve damatları Camcı Mustafa abi dükkan komşumuz tatlıcı Mustafa usta, ayakkabıcı Behlül usta, ayakkabı boyacısı Nazmi usta, orloncu Kenan ve abisi merhum İhsan (bilemediğimiz bir nedenle genç yaşında intihar etmişti) Dr. Ali Bulanalp, kahveci Hüsnü amca ve yine hemen dip komşumuz Manav Hüsnü amca ve kardeşi…


 


Bunlar bizim komşularımızdı. Balıkçılar, manavlar, tahmisler, gömlek kolacıları, terziler, daha neler neler… Herkes mütevazi dükkanlarında çalışır, karınca kararınca rızkını alır, akşam evlerine giderlerdi. Burası adeta bir köy ya da kasabayı andıran bir yerdi. Herkes sabah birbirine hayırlı işler diler, birbirini tanır, bir yabancı gelse hemen bilinirdi. Başında tepsi ile tatlı satan Memduh ağabey, bir merkep sırtında küfelerle Sultaniye denilen çekirdeksiz İzmir üzümü satan başından o yöre poşusunu çıkarmayan Ferit amca, nasıl unuturum onları…


 


Gelelim meyhanenin müşterilerine… “İçkili Aşevi” diye bir levhamız vardı kapıda… Yabancı az düşerdi, bizim aş evine… Bir gün patates, bir gün kuru fasulye yapardık personel ve yabancı gelir ihtimaliyle inşaat işçileri için…


 


Sabah saat 8’de iş yerini açardık. Rifat ağabeyin evi yakındı, sabah erkenden gelir açar aş evini, yolun karşısındaki kahveci Hüsnü’ye seslenir ve elinin başparmağını ağzına işaret ederek nargilesini isterdi. O da zaten onun ne isteğini bilirdi. Nargilesini getirir, Rifat abi akşama kadar 10 veya 11 tane nargile içer, arada Hüsnü amca elinde ufak mangal ve maşa ile gelir Rifat ağabeyin nargilesinin ateşini tazeler, giderdi. Müşteri olarak Efe diye geçinen Sarı Abdullah vardı. Efelere en benzeyeni de o sırtında eteği, kısa bir paltosu, kollarını koluna giymez omzuna atar, içinde ön uçları gayet sivrice bir yelek, kolları ve yakası kolalı beyaz gömlek, kollarında manşet, parlak kol düğmeleri, en içte ta boğazına kadar saran bir yün atlet, göbeğinin tam üstünde sağa sola geçen gümüş köstekli bir saat bacağında belden aşağı indikçe daralan bir külot pantolon. (o pantolonlara kilot pantolon ya da İngiliz süvari donu denirdi.) Ayağında arkası basık Eşrefpaşalı’ya has olan bir çıyan (sivri burun) ayakkabısı giyerlerdi. Bu ayakkabının ustası meşhur Behlül usta idi. Sarı Abdullah’ın geliri iyiydi, mafya ayağından iyi para alırdı. Kimin mafyalığını yaparsa akşama bir parti verilir, efeliğin bütün incelikleri üstünde parayı kolay kazandığından eli de çok bonkör arkadaşları ile içer ve bolca bahşiş dağıtarak kalkar giderdi.


 


Ayrıca bunun efeliğine heves eden çapulcu efeler de vardı. Bunlar da Deli Fethi, Jandarma Mehmet Hayya Hasan, Hayya Hüseyin bunlar da balıkçı, balıktan bol para kazanırlarsa o gün ayrı ayrı masalar kurulur, birbirlerine inat bol bol rakı ve şarap içerler, gecenin sonuna doğru çamurlaşırlardı. Masaları dağıtırlar, kavga gürültü çıkardıktan sonra öylece çıkar giderler, ertesi gün akşama doğru gelirler, çok sevip saydıkları ve de biraz çekindikleri Rifat abiden özür dilerler, içkilerinin parasını ve yaptıkları zararı ödemeyi de ihmal etmezlerdi. Çünkü Rifat abi, Eşrefpaşa’da çok sevilen sayılan nüfuzlu kişiydi. Bu tip adamlar içki müptelası olmalarından dolayı Rifat beyle iyi geçinmeye mecburlardı. Ona asla kimse yanlış yapamazdı. Bir de inşaatçı Nuri vardı. Ayrıca Berber Altındiş Ali vardı, bunların hepsi de efe bozuntularıydı. Birbirleriyle devamlı kavga şamata içindeydiler, bıçaklı yaralama, dayak, kafa göz yarma gibi içkinin verdiği hayâsızlıkla her şeyi yaparlardı, ama ertesi gün pişman olurlardı. Mutlaka bir ikisi hastaneye, bir ikisi hapishaneye gider birkaç gün yattıktan sonra çıkar gelirlerdi. Günler böyle geçer giderdi.


 


Yalnız Sarı Abdullah ne suç işlerse işlesin, bıçak kama piştov ile adam yaralar kısa zamanda da hapisten yırtar gelirdi. Bizim patron “Ne o Sarı Abdullah geçmiş olsun!” dedi mi “Sorma Rifat abe bir iki gün Kemal’in ahırını ziyaret ettik” derdi.


 


Yukarıda da belirttiğim gibi Jandarma Mehmet, Deli Fethi, Hayya Hasan, Hayya Hüseyin bunlar bulaşık efe bozuntularıydı. Berber Altındiş Ali, inşaat kalfası Kavruk Nuri, bunlar da o tip efe bozuntuları ama kendilerini çekip çeviren daha vakur daha kendisine sahip insanlardı… Başkalarının pis işlerine pek karışmazlar, kendi işlerini takip ederler üzerlerine bela gelmedikçe onları çağırmazlardı.


 


Altındiş Ali’nin berberliği bırakarak bizim iş yerine üç beş yüz metre uzakta yeni bir inşaatın altında büyükçe bir kahve tuttuğunu duymuştuk. Rifat ağabeyimle biz hayırlı olsuna gitmiştik, Ali abi çok memnun olmuş, bize ikramda bulunmuştu ve “Rifat abe, bu pisliklerden bıktım, yaşım otuz beşi geçti iki çocuğum bir de hanımım var artık. Bunlar için çalışacağım, onları üzmeyeceğim” deyince Rifat abi de “İyi olur Ali bırak, bu pis çevreyi bunlarla aranı aç bunların arkadaşlığını terk et oğlum iyi yaparsın, artık bulaşma pisliklere” demiş, dükkânımıza dönmüştük.


 


Aradan iki ay ya geçti ya geçmedi, sabah gazetelerde bir cinayet ve yaralama haberi okuduk. Altındiş Ali hapiste, Hayya Hüseyin mezarda Jandarma Mehmet ağır yaralı hastanedeydi.


 


Olay şöyle cereyan etmiş: Deli Fethi, Jandarma Mehmet, Hayya Hasan, Hayya Hüseyin bize yakın bir meyhane olan Abdül’ün meyhanesinde bir hayli içmişler. Gece 11-12 sıralarında dağılmışlar ve gelin şu bizim Altındiş Ali’nin çayını içelim diye gitmişler. Zaten asıl niyetleri çay içmek değil ona çamurluk yapmak.


 


Bu tip insanlar birbirlerinin başarılı ve düzenli iş sahibi olmasını çekemezlerdi. Ve bu çamur bulaşık insanların ne yapacaklarını iyi bilen Rifat abi tecrübesi ve diktatörlüğü ile bunları engeller diye de o gece içki içmek için başka meyhaneyi seçmişlerdi. O gününün sabahı gazeteler geldi. Günlük 4-5 tane yerel ve ulusal gazete alırdık. İş yerine yerel Yeni Asır ve Demokrat İzmir, ulusal gazete olarak da Milliyet ve Cumhuriyet gazeteleri gelirdi.


 


Baktık ki o günün yerel gazetelerinde sürmanşet bir başlık: Altındiş Ali yine silahını konuşturdu, 1 ölü 3 yaralı” diyordu. Yerel gazetelerin birinin başlığında haber kısaca şöyleydi: Altındiş Ali, yeni açmış olduğu işyerini ziyarete gelen 4 arkadaşını, aralarındaki eski bir husumet yüzünden bıçakla yaraladı. Yaralılardan Hayya Hüseyin hastaneye kaldırılırken yolda hayatını kaybetti, diyordu.


 


Rifat ağabeyimin “Ulen Ali yine yüzün gülmedi, yine mahkûm oldun, sen ne şanssız adamsın be oğlum” diye üzüntüsünü ona bildirirken, bizlere de dönerek “Aman çocuklar iyi arkadaşlar edinin haa, bakın bu tip insanlarla arkadaş olmayın. Bakın görüyorsunuz bela zorla adamın başına gelir mi, gelir. Atasözünde söylendiği gibi ‘körle yatan şaşı kalkar’. Aman yatıp kalktığınız gezip tozduğunuz oturup sohbet ettiğiniz arkadaşlara dikkat edin” diyordu.


 


Bunlar hep aklımızda yer etti… Atasözleri, büyük sözleri insanın aklında yer eder… Eğer onları dikkatlice dinlersen hem de umulmadık yerde sana bir yardımı oluverir…