İran krizinde dönüşü olmayan noktaya nasıl gelindi?

İran krizinde dönüşü olmayan noktaya nasıl gelindi?

İran-ABD gerilimi, 40 yılın muhtemel bir “nihai tırmanışı” ve son dönemde birbirini izleyen “yanlış muhasebeler” yüzünden açık bir savaşı kaçınılmaz hale getirebilir.

1979’da ABD’nin Tahran Büyükelçiliğinin işgali ve 52 Amerikan diplomatının 444 gün boyunca rehin tutulmasıyla başlayan ve süreklilik arz eden İran-ABD gerilimi, 40 yılın muhtemel bir “nihai tırmanışı” ve son dönemde birbirini izleyen “yanlış muhasebeler” yüzünden açık bir savaşı kaçınılmaz hale getirebilir.

ABD’nin yıpratıcı yaptırımlarını bir “ekonomik savaş” olarak tanımlayan İran, Trump yönetimine ve bölgedeki müttefiklerine yönelik baskıyı arttırmak için “kontrollü gerilimi tırmandırma” stratejisini uygulamaya koymuştu. ABD’ye ait insansız hava araçlarının düşürülmesi, Suudi Aramco tesislerine düzenlenen saldırı, Kerkük’te Amerikan askerlerinin bulunduğu K1 üssünün vurulması ve nihayetinde ABD Bağdat Büyükelçiliğinin basılmasıyla kritik bir “eşik” aşıldı. Tahran’a ağır bir karşılık veren ABD, bu eylemlerin mimarı olarak gördüğü Kudüs Gücü Komutanı Tuğgeneral Kasım Süleymani’yi hedef aldı.

Tuğgeneral Süleymani suikastının duyurulmasının ilk saatlerinden itibaren “sert intikam” tehditlerinde bulunan İran, retorikte hamaset gösterse de saldırı sonrasındaki üç günlük boyunca temkinli ve aşamalı bir strateji izledi: İçeride ve dışarıda geniş bir propagandayla siyasi aktörlerin ve özellikle de kitlelerin desteğini topladı; Irak parlamentosundan yabancı askerlerin ülkeyi terk etmesi gerektiğine dair kararın çıkmasını sağladı ve nükleer anlaşmayı sonlandırdığını duyurdu.

Süleymani suikastı sonrasında “askeri güç kullanma seçeneği” hakkını saklı tuttuğunu sık sık dile getiren İran’ın füzelerini alarm vaziyetine geçirmesi ve bazı isimlerin uzun menzilli “Siccil” füzelerinin ABD ve İsrail’e ait hedeflere doğru fırlatılabileceğini söylemesi ve bunun üzerine Trump’ın misilleme tehdidinde bulunması, tırmanışın nihai aşamaya varabileceğinin ve bölgede açık bir savaşın çıkabileceğinin işareti olarak görülüyor.

Mayıs 2018’den itibaren tırmanan gerginliğin seyrinin tekrar değerlendirilmesi ve Tahran ve Washington yönetimlerinin karşılıklı yanlış hesaplarının incelenmesi, bu tırmanışın gelecek seyrini öngörmemize yardımcı olacaktır. Özellikle Türkiye’nin olası bir çatışmadan son derece olumsuz etkileneceğini göz önünde bulundurduğumuzda, İran ile ABD arasında açık savaşa varabilecek bu sürecin doğru okunması büyük önem arz etmektedir.

İran’ın hataları: Kaçırılan fırsatlar ve yanlış okumalar

Rejiminin tepesindeki karar alıcıların, birçok defa İran’ın ABD’yle süregelen çatışmadaki eylem kapasitesiyle ilgili kritik hatalar yaptıkları ifade edilebilir.

İran’ın ABD stratejisinde, belki de en kritik hata denilebilecek yanlış muhasebesi, Obama dönemindeki fırsatları yeterince değerlendirmemekti. İran’ın bölgesel rakiplerine, özellikle Suudilere mesafeli duran Obama yönetimi, İran’ın izolasyonuna son vermeyi istemiş ve ülkenin uluslararası camiaya geri dönmesi için “onurlu” bir çıkış fırsatı sunmuştu. Fakat Tahran’daki şahin kanadın “ABD politikalarının Amerikan müesses nizamı tarafından belirlenmesi” ve “Obama’nın diğerlerinden farklı olmaması” gibi yanlış okumalarda ısrar etmesi, Tahran’ın Obama dönemindeki “fırsat penceresini” kaçırmasına neden oldu.

Tahran ikinci stratejik hatasını Trump yönetiminin Beyaz Saray’a girdiği ilk günlerde yaptı. Nükleer anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte neredeyse Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun ve ABD’nin ülkeye yönelik ekonomik yaptırımlarının kaldırdığı bir dönemde, içeride halk desteğinin artması, ekonomisinin yeniden büyümeye geçmesi ve uluslararası alanda “meşru” bir aktör olarak görülmeye başlanması başta olmak üzere çeşitli imtiyazlar elde etmişti. Fakat Trump yönetimini “ciddiye almayan” Tahran, Trump’ın seçim kampanyasından itibaren sık sık vurguladığı mesajları görmezden geldi. Seçmenlerine Obama döneminde yapılan neredeyse her şeyi geri alacağını ve tersine çevireceğini vaat eden, şahin isimlerden oluşan kadroyla savaş kabinesi kuran, İsrail-Evanjelist lobilerinin istediğini yerine getiren ve Suudilerle yakın temas içinde bulunan Trump’a karşı İran, ilk baştan meydan okuma seçeneğini tercih etti. Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’de dört Arap başkentini “kontrol etmenin” zafer sarhoşluğu içerisinde olan İran, bölgede ABD müttefiklerini provoke edecek yayılmacı politikalarını daha da şiddetli bir biçimde izledi.

Trump yönetiminin farklı öncelikleri ve keyfî Orta Doğu politikası

İran-ABD ilişkilerinin sadece Tahran’ın adımlarının sonucunda bu aşamaya geldiğini düşünmek doğru bir okuma olmayacaktır. ABD elçiliğini Kudüs’e taşımak ve Türkiye’ye karşı ticari kısıtlamalar uygulamak gibi tek taraflı politikalar izleyen Trump yönetimi, özellikle İran’a karşı alternatif sunmayan ve tehlikeli bir strateji izlemiştir.

Trump yönetimi, maksimum baskı politikası çerçevesinde, İran ekonomisini kuşatmaya alarak nükleer programını ve özellikle bölgesel yayılmacı faaliyetlerini durdurmayı amaçlamıştır. Washington’ın İran nükleer anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmesi, gerilim sürecinin tekrar tırmanmasını tetikleyerek bu noktaya gelinmesi üzerinde azımsanmayacak bir etki bırakmıştır. İran’la ilişkilerin normalleşmesi için 12 şart öne süren Trump yönetimi, siyasal Şiilik temelinde kurulan ve ideolojik bir kimliğe bürünen İslam Cumhuriyeti rejiminin neredeyse kendisini inkâr etmesini talep etmiştir. ABD DİB İran Özel Temsilcisi Brian Hook’un defalarca vurguladığı “İran rejiminin maksimum baskı önünde boyun eğmesi” önermesinin gerçekçi olmadığı ve şu ana kadar savaş dışında hiçbir çıkış yolu sunmadığı ortadadır.

ABD güvenlik birimleri Süleymani’yi ortadan kaldırma seçeneğini devamlı masada tutsalar da bunun tırmanmaya giden bir tehlikeli adım olduğunun bilincindeydiler. Hatta Mossad’ın 2015 yılında Süleymani’ye Şam yakınlarında bir suikast planladığından haberdar olan Washington, Tel Aviv’i bu kararından vazgeçiremeyeceğini görünce doğrudan Tahran’ı uyarmıştı.

ABD basını, güvenlik bürokrasisine mesafeli tavrıyla bilinen Trump’ın Süleymani suikastının emrini verirken, hasım bir ülkenin iki numaralı isminin ortadan kaldırılmasının ağır stratejik sonuçlar doğurabileceği konusunda pek bir fikrinin olmadığını ve farklı öncelikleri dikkate aldığını öne sürüyor. Özellikle 1979 ABD Tahran Büyükelçiliği baskını ve 2012 yılında ABD’nin Libya Büyükelçisinin Bingazi’de öldürülmesinin ABD’li seçmende bıraktığı travmatik etkinin farkında olan ve benzer bir durumun Irak’ta yaşanmasının seçim kampanyasını yerle bir edeceğinden kaygılanan Trump, Bağdat’taki elçilik baskınının sorumlusu olarak gördüğü Süleymani’nin ortadan kaldırılması emrini vermiştir.

Sonuç

İki karşıt cephenin arasındaki jeopolitik anlaşmazlığın karşılıklı yanlış muhasebeler sonucu askeri çatışmaya dönüştüğüne dair birçok örnek tarihte karşımıza çıkar. Dünya siyasi tarihinde Osmanlı’nın çöküşü gibi derin izler bırakan Birinci Dünya Savaşı böyle bir yanlış muhasebe ve hatalar dizisinin çığ gibi büyümesinin sonucunda patlak vermişti. 40 yıllık bir gerginliği sürdüren ve “şer ekseni” ve “büyük şeytan” gibi kavramsallaştırmalarla birbirine karşı son derece hasmane tutumlar içerisinde olan İran ve ABD’nin bu hata sarmalına girdiklerini söylemek abartılı olmayacaktır.

ABD’nin Bağdat Büyükelçiliğine düzenlenen saldırı ve İran’ın bölgesel politikasının baş mimarı olan Süleymani’nin öldürülmesi, iki ülkeyi uçurumun eşiğine sürüklediği gibi, Orta Doğu’yu da yıkıcı bir çatışma sahnesine dönüştürebilir.

Hadi Khodabandeh Loui 

[Şii jeopolitiği, İran’ın savunma stratejisi ve Körfez güvenliği konularında çalışan Hadi Khodabandeh Loui İran Araştırmaları Merkezi’nde (İRAM) araştırmacı olarak görev yapmaktadır]

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :