Hangi yüzle…

‘Hangi yüzle’ öbür âleme göç etti,  bilmiyoruz…

Ama bildiğimiz bir şey var ki,  Michael Jackson'ın ölümünün ardından, onun 9 yaşındayken, kıvırcık saçları, sütlü çikolataya çalan teni, bembeyaz dişleriyle ilk sahneye çıktığı New York'un Harlem bölgesindeki Apollo Tiyatrosunun önünde toplananların büyük bir çoğunluğu siyah adamlardan oluşuyordu…

Aya ilk ayak basıldığı yıl olan 1969’da beş kardeşiyle birlikte sahne aldığı bu tiyatro salonu daha sonra onun   “ay yürüyüşü” dansıyla zirveye çıkışına da tanıklık edecekti. 

Bir çok siyahi adam aslında kendinden söz ettirmeyi başarmıştı…

Yıllarca ezilen, ikinci sınıf insan muamelesi gören, okulları, yaşam alanları ayrılan siyah adamlar her fırsatta baş kaldırıyorlar, meydan okuyorlardı…

Bunlardan en önemlileri, yüzlerce yıldır ezilen halklar için yumruklarını konuşturan Muhammed Ali, ömrünü eşitlik ve özgürlük uğruna harcayan ve şehadet şerbetini içen Malcolm X ve ünlü aktivist Martin Luter King’ti…

Evet,  içlerinden yine biri çıkıyordu…

İçlerinden çıkan bu küçük çocuk dünyayı sallayacak, büyük işler yapacaktı…

Plakları milyonlar satacak, bütün dünya onun şarkıları ve dansıyla coşacaktı…

Çok büyük bir şöhret elde edecek, Elvis’ten sonraki en büyük hayran kitlesine kavuşan yıldız unvanını kazanacaktı…

Ama bütün bunlardan öte onu hep gündemde tutan şey “rengi” olacaktı…

Büyük şöhrete, büyük paralara, envai çeşit haz verici şeye kavuşan bu siyahî çocuğun içinde hep “beyaz adam” gibi olma tutkusu var olacaktı…

İlk önce kıvırcık saçlarından kurtulmanın yollarını bulacak, daha sonra sayısız operasyonlarla teninin rengini açma çabasına girecekti…

Gün geçtikçe beyazlayacaktı…

9 yaşındaki o güzel kıvırcık siyahî çocuktan eser kalmayacaktı…

“Beyaz” olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu…

Burnunu kaldırtıyor, kalın dudaklarını inceltiyor, derisini adeta soydurup yeni bir deriyle yüzünü kaplatıyordu…

Ancak O beyazlaştıkça hayatındaki pek çok şey kararacaktı…

Şöhreti, parayı yeterli bulmayacaktı…

Neredeyse bütün dünya nimetlerine kavuşan adam yine de mutlu olamayacaktı…

Uyuşturucudan tutun da, küçük çocuklara tacize kadar bir sürü olayla anılacaktı…

Farklı bilinç durumları yaşama hevesliyle akla hayale gelmedik işlerin içinde yer alacaktı Jackson…

Apollo Tiyatrosundaki o güzel siyahî çocuk beyazlaşmıştı…

Ama hayatta beyazlaşmanın da yeterli olmadığını anladığı bir döneme giriyordu…

Kendi içine kapanıyordu…

Kendine dönüyordu belki de  son dönemlerde…

Hatta söylentiler vardı, Jackson Müslüman olmuştu…

Gerçek mi değil mi bilmiyoruz…

Ama ölüm, renk, cins, yaşlı, genç ayrımı yapmıyordu…

Siyah, beyaz fark etmiyordu…

Hangi yüzle gitti öbür âleme bilmiyoruz, siyah mıydı beyaz mıydı?

Ama bildiğimiz bir şey var ki,  her şey aslına rücu eder…

En azından onu uğurlamaya gelen siyah adamlar “beyaz” hayranları bunu söylüyordu..

Çünkü onlar,  başka türlü hüzünlüydüler…

Çünkü onlar, 9 yaşındaki kıvırcık, siyahî çocuğu hiç unutmamışlardı…

Bu yüzden ölümünden sonra Apollo Tiyatrosunun önünde buluşmuşlardı on binlercesi…

Son “moon wolker” dansını onun için yapıyorlardı…

Önceki ve Sonraki Yazılar