Gülbahçesinden Mevlana…

Konya’ya çok gider gelirim. Konya benim yüreğimde tamamen keşfedilmemiş bir şehirdir. İçime huzur veren Konya’dan, yakında ayrılacağımız hissi bende fazlasıyla var. Bu ayrılış kopuş değil bence kavuşma olacaktır.

Mevlana evrensel bir dil olma yolunda hızla ilerlerken, bende Mevlana Müzesinin hemen yanında bulunan Gülbahçesi’nden Mevlana’ya baktım. İnsanları Konya’ya çeken sadece dışarıdan bakılınca görünen görüntü değildi elbette, bahçesindeki binlerce gül de değildi. Mevlana’ya insanları çeken mana âleminin deruni bakışıydı. Gülbahçesi’nden Mevlana’yı anlamak için bir çift gözün derinliklerinden bakmak gerektiğine de inanıyorum artık.

Mevlana hep mananın derinlerine inmiş, Mevlana bir aşk ustasıydı. Kırk yumurtayı bir sahanda kaynatıp tek yumurta etmenin sanatını elde etmişti. Bir ney gibiydi, kendinden boşalmış ve Sahibi’nin soluğuyla dolmuştu. Bir beşer beşeriyetinden ne kadar sıyrılabilirse, o kadar sıyrılmıştı kendisinden.

Belki bu derin bakıştan Mevlana’yı daha iyi anlar, daha iyi anlatırız. Bazı insanlar vardır ruhunu satmış gibi bakarlar, ışıksızdır bakışları karanlıkta bakarsın en kötüsü de bulaşıcıdır bu durum sen benzemeye başlarsın. Bazı insanlar vardır ruhu tutsak değildir.

Gözlerindeki ışığı dilidir adeta sonsuza dek dinleyebilirsin onu en kuytuda mahrem ruhunun mahrem yerlerini aydınlatır. İçindeki tutsak onun derin ışığında boğulur. Tek bakışıyla. Mevlana’nın bakışı da böyleydi ki ışığı 700 senedir hala tutsakları boğuyor.

Ben bunları düşünürken Mevlana Müzesinin bahçesinde gülleri arasında 20’den fazla kadın gördüm. Ellerinde çapaları her gülün altını çapalıyorlar.

Gölgede 35 derece sıcak Güneşin alnında bu kadınlar bilmem kaç lira yevmiye ile çalışıyorlar. Acaba onlarda Mevlana ruhunu hissedebiliyorlar mıydı?

Bu yazıya bir gül bahçesi hikâyesi yakışır. Yüzyıllardır dillerde dolaşan günümüze kadar gelmiş olan bu hikâyeyi sizlerle paylaşmak istedim…

Zamanın birinde, bir kasabada yaşayan, dünyalar güzeli bir kız varmış. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi, nice şövalyeyi reddeden güzel kız, kimseleri beğenmezmiş. Bu arada aynı kasabada yaşayan ve bu kıza âşık olan genç bir delikanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da reddetmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş.... Orada tanıdık birine rastladığında, aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş. Ona ne olduğunu sormuş. Yaşlı adan önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını pek merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Üstelik zengin bile değilmiş. Çok merak eden adam, kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. Kız da ona cevabı vereceğini, arkasındaki gül bahçesinden en güzel gül koparıp getirirse cevabı vereceğini, bu arada tek şartının bahçede ilerlerken geriye dönmemesi olduğunu söylemiş. Adam da bunun üzerine yüzlerce güzel gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Birden çok güzel sarı bir gül görmüş. Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pembe bir gül gözüne çarpmış. Tam ona uzanırken daha ileride muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş. Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş. Mecburen oradaki bir gülü koparıp kıza götürmüş. Bahçenin en güzel gülünü getirmesini beklerken kız, bir de ne görsün, yaprakları solmuş, cılız bir gül. Bunun üzerine adama dönen kız şöyle demiş; "bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik gitmeden elindekilerle yetinmeyi öğrenmek gerekir."

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.