Dağa Saklanan Fil

Dağa Saklanan Fil

O bir fil. İşte burada. Upuzun hortumuyla kıvrılmış yatıyor. Dağda ve tek başına.Bir fil olarak büyüdüğü için kendini şanslı sayıyor. "Ya" diyor bazen düşünüp dururken, "fil olarak doğan fakat karınca gibi büyüyen bir fil olsaydım."

H. Salih ZENGİN

Öyle ya. Tam da dediği gibi olsa ne olur?
Otları koparıp yiyor, biraz ağaç yapraklarının tadına bakıyor. Sonra söylediklerini hortumu gibi uzun uzun düşünüp, kendi kendine hak veriyor.
"Ben iyi ki, fil olarak doğup fil olarak büyüyen bir film. "Öyle de olsa, onun bunları düşünüp mutlu olduğundan ve orada yaşadığından kimseciklerin haberi yok. Dağda bir başına yaşıyor. Yalnızlıktan sıkıldığı ise hiç söylenemez. Hiç kimseyle arkadaşlık kurmamış bir fil yalnızlığı nereden bilebilir ki? Doğduğundan beri hortumu var ve onsuz da yaşayamaz. Varsa yoksa hortumu, gerisi boş.

Hortumunun uzunluğunu da seviyor o. "Tam da file göre bir hortum bu. Ne eksik ne uzun" diyor.
Hortumları yeterince uzun olduğundan düşünceleri de, hayatları da uzun olur fillerin. Bu bize göre böyledir. Dağdaki fil için hiçbir önemi yok söylediklerimizin. Hortumu varsa sorun yok, katlanabilir her bir şeye.

Arasıra kuşlar geliyor dağa; uzaktan file şöyle bir bakıp aralarında filin duyamayacağı alçaklıkta seslerle konuşuyorlar. Bazen bir tilki uzağından geçiyor, bir ayı dalgın mı dalgın gidiyor ilerisinden.

Fil bekliyor.
Hiçbir şey olmuyor.
Bir şeylerin olmasını da beklemiyor zaten. Onların geldiği günlerle, gelmediği günler arasında hiçbir fark yok fil açısından. Nasıl ki, havanın güneşli ya da yağmurlu olmasının farkı yoksa.

Fil, onlarla konuşmaya, bir iki çift laf etmeye hiç mi hiç niyetlenmiyor. Hoş, ne konuşacağını, nasıl konuşulacağını da bildiği yok zaten. Hortumunu bilmediği şeylere çevirmeyi hiç sevmez o. Bildiği şeyler hortumunun içindedir ve bu yeter de artar bile.

Günün birinde...
Akşam yemeğini yiyen fil, üzerinden uçup giden iki geveze karganın sözlerini duydu:
"Aşağıdaki dağda tutsak bir fil yaşıyormuş."
"Ya" dedi diğeri, "vah vah çok yazık."

Gerisi duyulmadı. Kargalar akşam karanlığına karışan kanatlarını çırpıp belli belirsiz uzaklaştılar.
Fil, o andan itibaren akşam boyunca düşündü. Dağda tutsak olmayı düşündü, dağda özgür olmayı... İkisi arasındaki farkı düşündü. Sonuçta hiçbir şey değişmiyordu fil için, ikisi de aynı şeydi. Şikayet edecek bir şey bulamıyordu; memnundu halinden.

Gece oldu.
Fil düşünmeyi sürdürüyordu.
"Ben" diyordu hortumuna göz ucuyla bakarak, "bu dağda yaşıyor, burayı seviyorum. Canımın istediğini yapmama kimsecikler karışmıyor ve sıkılmıyorum asla. Öyleyse ha tutsak olmuşum ha özgür, ne fark eder ki?

Fakat fil için fark etmeyen şey, diğerleri için çok fark ederdi. Şikayet edilmesi gereken bir durumdu filin hali. Hatta acınacak bir şeydi. Ama ne yapıyordu dağdaki fil? Hiçbir şey. Olmazdı böyle.

Ama fil, dağdaki fil, bu söylenenlerin hiçbirisini duymuyordu, iyi ki duymuyordu. Bütün bu söylenenleri duysa ve günün birinde onlara hak verse kim bilir neler olurdu?

Bir şehre, şehirde bir sirke gider ve orda çalışırdı. Bilet alıp kendisini izlemeye gelen izleyicilere şarlatanlık yapardı. Belki eğlenceli de olurdu bu.
Ya hortumunu boyalara batırıp bir ressam titizliğiyle resim yapmasına ve "ressam fil" olmasına ne dersiniz?

Sizi bilmem ama insanların çoğu, "Bravo file, iyi çiziyor kerata. Bir ressam gibi doğrusu" diye hayret edip alkış tutar, günlerce ressam fili, çizdiği dağ ve hortum resmini konuşurlardı.

Ama doğrusu bunların hiçbirisi dağdaki fili hiç mi hiç ilgilendirmezdi. Öyle karışmıştı ki dağa, onu fark edemezdiniz bile.
O bir fildi, mutlu; çok uzakta bilinmeyen bir dağda yaşayan.

Tek başına...