ÇALININ UCUNDA GELEN SERVET

ÇALININ UCUNDA GELEN SERVET

Abbas şehre çok yakın sayılan dağ köylerinde birinde 5 çocuklu bir ailenin 4. çocuğu olarak doğmuştu. Ailesi öyle fazla da zengin sayılmazdı. İsmail Detseli'den yine nefis bir hikaye...

İsmail DETSELİ


 


Abbas şehre çok yakın sayılan dağ köylerinde birinde 5 çocuklu bir ailenin 4. çocuğu olarak doğmuştu. Abbas’ın ailesi öyle fazla da zengin sayılmazdı. İşte kırsal bir köy, çapa ile ekilip sıpa ile çekilir tabiri burası için söylenirdi sanki. Ama aile ele güne karşı çok çalışır, kıt kanaat geçinir muhannete muhtaç kalmazlardı. Böyle hayatlarını sürdürüp gidiyorlardı. Kendinden biraz büyük ağabeyleri ve ablası gibi Abbas da daha dört beş yaşından itibaren köy işlerini yaparak, ana babasına gücü yettiğince yardımcı olmaya çalışıyordu. Evlerinde bulunan birkaç koyun ve keçilerin yeni doğmuş oğlaklarını, kuzularını otlatmaya giderek çalışmasını sürdürüyordu. Aslında yaşı gereği bunu yapması bile zordu, ama bu Abbas’tı işte. Daha onun yaşında olanlar evde bir su bile veremiyordu ihtiyar dedesine. Abbas çok çalışır ve iş yapabilme gücünü yaşından beklenmedik bir özenle ifa ederdi, bu konuda çok titiz ve azimliydi.


Bundaki bu değişikliği ve zeka üstünlüğünü çabuk keşfeden baba bu çocuğuna karşı daha sevecen ve daha güler yüzlü davranarak onu daha bir aktif olmaya sevk ediyordu.


Zaman okumaya çok önem verildiği bir zaman değildi. Genelde hoca mektebinde çocuklar biraz okutulur, dini bilgilerini yarım yamalak öğrendin mi ya davarın arkasına, ya sığırın arkasına düşürülür, ya rençperlik yapar ya da ırgatlığa verilirdi. Köy çocukları kör bırakılır, kaderine terk edilirdi. İşte Abbas da ilk defa bir hoca mektebine gitmiş, 2-3 sene burada okuduktan sonra Kur’an’ı sökmüş, su gibi okur hale gelmiş, hatta yarım hafız bile olmuştu.


Ayrıca bundan başka bilge hocasından fıkıh dersleri alıyordu. Hesap işlerinde çok başarı gösteriyordu. Bunu sezen babası diğer üç kardeşini yanına toplayıp küçük Abbas’taki bu durumu fark edip etmediklerini sordu. En büyük abi Mustafa babasına “Evet baba bu Abbas boş değil, bu büyük bir gelecek vaat ediyor bunu sonuna kadar okutalım vatana millete bilgili bir fert olsun” dedi. Baba da bu duruma çok sevindi.


ABBAS ŞAM’A OKUMAYA GİDİYOR


Abbas henüz on iki yaşına girmiştir, bir Nisan sabahı 3-5 köylüsü ile beraber Şam’a gidip orada okumak, bilgisini geliştirmek için yollara düşüyor. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Şam’a varılıyor. Yıl 1850’lerde zaten oralar Osmanlı toprağıdır. Suriye, Mısır, Hicaz, bütün Orta Doğu Osmanlı hakimiyetinde. Halep, Bağdat, Şam, buralar ilim yuvası. Alim ve ulama yatağı. Abbas buralarda uzun müddet medrese tahsili gördükten sonra bu sefer çok sevdiği saydığı bir hocası tarafından Mısır’a gönderilir. Ve orada da 3-5 yıl eğitim gördükten sonra 21-22 yaşlarında yetişmiş bir alim olarak köyüne döner. Bir iki ay ailesi ile hasret giderdikten sonra Devleti Âli Osmaniye bunu bir medresede görevlendirir. Bundan sonra çeşitli medreselerde hocalık ve müderrislik yapar. Bu arada köylerinde sayılan ve sevilen bir aile olan Kostak Ali’nin kızı Ümmü hatun ile evlenir. Bu evlilikten 2 kızı ve 2 oğlu dünyaya gelir. Müderris Abbas hoca köyü, ana babası ve bütün akrabayı taallukatı ile münasebetlerini hiç kesmez, hep devam ettirir. Çift çubuk ve tarla işlerinden de kopmaz, öküz ile çift sürer, düğen sürer, ekin biçer, harman hasat eder. Bunlarla neden uğraşıyorsun hocam diyenlere de bu işlerin zevki, emeği ve yemeği bir başkadır. Yorgunluğu bile insana haz verir, helal rızk bundadır dermiş.


Abbas efendi bu kadar çalışıp çabalayıp emek çekmesine rağmen dünyalık için tamahı yoktur. Öyle fazla bir dünyalıkta ayırmamıştır. Kendisine ve ailesine yetecek kadar alır, yer, içer, fazlasını ise fakir fukaraya tasadduk edermiş.


Yıllarca böyle çalışır, kızları büyür gelin olur, oğulları büyür evlenir. Bu arada çalışabildiği yıllarda Abbas efendi mekteplerde namaz kıldıracak dini ve fıkhi bilgileri haiz tam 270 talebe yetiştirmiştir. Bunlar ilim içinde yer alanlarıdır. Öyle sıradan talebeleri de oldukça fazladır. Çocuklar evden kızlar gelin olarak, oğlanlar da başka işler tutarak ayrılır giderler. Aslında biraz da gelinlerin eline düşmemek için o oğlanları evden uzaklaştır.


Eee bu duruma düşüp de çalışamaz halde olacaklarını hesaplamaz ve fazla bir geleceğe yatırımı da yoktur. Elden ayaktan düşerler. Bir edi bir bidi (er avrat demek) olarak hatunu Ümmü ile kalıverirler.


Çaresizlik içinde acze düşen Abbas hoca bunca evlat ve talebesinden de bir himaye göremeyince kaderine razı olur. Olur da insan ölmeyince vücut gıda ister, ev harcanacak para ister, ama yok. Bu yokluk hocanın belini büker. Bir gün sabah namazından sonra merkebine biner, hatununa der ki: Hatun ben biraz şöyle dolaşacağım. Belki birkaç gün gelemem, bazı gideceğim yerler var beni merak etmeyesin der. Hanımla selamlaşır, helalleşir. Erkence çıkar yola. O gün akşama doğru köyünün bağlı olduğu şehre gelir. Zamanın din adamı olan artık kadı veya devletin dini işlerini yürüten ulemasının huzuruna çıkar. Ve şöyle der.


Hocam biz yıllarca bu ülkenin ileri gitmesi için, ülke çocuklarına dini eğitimler vererek imametlik yaparak çeşitli hizmetlerde bulunduk, vatana faydalı olmaya, faydalı bireyler yetiştirmeye çabaladık. Yaptık veya yapamadık, artık takdir ülke insanınındır.


Yalnız biz bu hayır işleriyle uğraşırken kendi geleceğimiz için dünyalık ayırmadık veya ayırmaya fırsat bulamadık. Ama ömrü hitamımız yaklaştı, çoluk çocuk da ayrıldı. Herkes dünyalık peşinde. Bizse hatunla yalnız kaldık, rençperlik gençlik işi, onu da yapamaz olduk. Hülasa ihtiyaçlı duruma düştük. Şunu demek isterim: şayet münhal bir imametlik yeri veya çocuk okutma gibi bir yer olur da size müracaat edilirse, köy, şehir, kasaba fark etmez, bu ömrü hitamımızda hem dini vecibelerimizi yerine getirelim, hem dine hizmet edelim, hem de karnımızı doyuralım, biliyorsunuz muhannetin kapısı der. Makama arzusunu bildirdikten sonra cevap beklemek üzere merkebine biner, fazla vakit geçirmeden bir yakın köyde akşamlamak üzere acilen ayrılır şehirden.


Çünkü şehirde kalmak zor ve mesariflidir. Kendine han parası, eşeğe ahır parası, zaten cebinde çok bir parası yoktur. İkindi namazı vakti şehrin yakınlarındaki bir köye yaklaşır ve köye kadar gecikeceğini hesapladığı ikindi namazını kılmak için merkebi bir çeşme yakınında bulunan ufak bir badem ağacı fidanına bağlar ve çeşmeden güzel bir abdest alır. İkindinin sünneti için rabbinin huzuruna durur. Tam namaz kılarken merkep o bağlı olduğu fidanı yerinden söker ve Abbas efendinin önüne gelir.


Abbas efendi sünneti eda eder ve farza durmadan kaçıp gitmesin diye merkebin yularını o fidandan kurtarmadan bir başka büyük ağaca şöyle alelade dolayıverir, fidanın dibindeki büyükçe görünen sökülmüş köke dikkat etmez, namazı kılar, bitirir ve merkebi salmak için varır bakar ki çil çil altınlar var.


Fidanın köküne göz atar, altında bir çömlek ve fidan onun içinde bitmiş. Yeri gevşek olunca da eşeğin bir yüklenmesi ile meydana çıkıvermiş. İkinci bağlandığı yerde ise çömlek kırılmış altınlar dökülmüş. Hasan efendi dökülen altınları da toplar ve çömleğe koyar ve çömleği mendiline sarar. Ver elini tekrar şehre. Çünkü köyde acaba elimden alırlar mı bu devlet malını diye endişeye kapılır. Dönüşte şehre inmeden akşam karanlığı çöker, bir ağaç altında azığındaki kuru ekmeği yer ve sabahlar. Sabah erkenden yola çıkar ve tekrar bir gün evvel iş istediği makama varır ve der ki hoca efendi böyle böyle bir durum oldu.


Bu altınları ben buldum, bu çömlek ile bunun sahibi kimdir. Ya devlettir ya ihtiyaçlı biridir. Siz bunu bir yere verin, ben gidiyorum der. Zamanın müftü veya kadısına teslim eder altınları ve köyüne gider. Kadı efendi altınları bir sayar tam tamına 220 adet günlerce düşünür bu altınları kime vereyim diye bir türlü kime verilmesi gerektiğinin kararını veremez. Şehrin idare amiri olan vali beye götürür ve durumu tek tek izah eder. Der ki laf arasında, bu adam bugün bilfiil çalışan tam iki yüz yirmi talebe yetiştirmiştir der. Vali beyde birkaç gün bu altınlar üzerinde kafa yorar oda bir karar veremez ve bir gece rüyasında altınları görür. Altınları birer kişi getirip hocama hediyemdir azsa çoğa saysın, hakkını helal etsin derlermiş tam iki yüz yirmi sarıklı hoca vardır, karşısında vali sevinçle uykudan uyanır ve müftüyü veya (kadıyı) makamına çağırır. Efendi sen bu altınları getiren adam kaç tane hoca yetiştirdi demiştin bana. Efendim 220 tane demişti kendisi ve doğruydu der. O zaman bu altınlara sahip aramaya gerek yok hocam. Bunları gece rüyamda onun bütün talebeleri tek tek geldiler ve hocamıza yardım diyerek birer altın bıraktılar. Bu Abbas efendiyi çağır, bunları ona teslim edelim der. Müftü sevinir ve Abbas efendiye gel diye haber gönderir. Abbas efendi hiçbir şeyden habersiz gelir ve makama çıkar. Müftü Abbas efendi çalının ucundaki serveti gördün mü o altınlar seninmiş der. Abbas efendi nasıl olur hocam benim olamaz ben bunu kabul etmem dediyse de mecbur edilir almaya. Vali beyin rüya durumu kendisine izah edilen Abbas Efendi bir müddet düşünür ve der ki bunun yüzde 25’i devletindir onu alın onu alın bunları ben yine fakire tasadduk edeyim siz bana emeğimle geçinecek bir iş verin ben böyle hazır yemeye alışık değilim der.


Yine vali ile müftü bir araya gelirler Abbas efendiye bir cami ve çocuk okutma kursu bulurlar oda bu işi ile meşgul olur ve o altınları da fukaraya yardım ederek kullanır. Ömrü hitamında istediği gibi o güzel işi ile amel eder ve müftü efendi ile vali bey derler ki birbirlerine efendim işte güzel ameller güzel işlere bağlanır.


ALTINLARI EŞŞEK BULDU


ÇALIYLA GELDİ


OYNADI GÜLDÜ


SONRA VARDI YERİNİ BULDU


VESSELAM DERLER


Onlar ermiş muradına biz uyum sağlayalım bu tip doğruluklara.


Saygılarımla