'Beyaz Melekler' 1911'e kadar uzanıyor

'Beyaz Melekler' 1911'e kadar uzanıyor

Hemşirelerin tarihi dünyada 1862'de başlarken, bizde 1911'li yıllara kadar uzanıyor.

O yıllarda başlayan Trablusgarp Savaşı'nda askerlerin ağır kayıp vermesi ve sağlık hizmetlerinin yeterince karşılanamaması nedeniyle o dönemde Hilal-i Ahmer Cemiyeti olarak adlandırılan Kızılay tarafından 1911 yılında Türkiye'nin ilk hemşirelik kursu açıldı.

 

Müslüman kadınlardan gönüllülük esasıyla alınan hemşire adayları, 6 aylık kursun ardından sertifika alarak hemşire oluyorlardı. Bu kursu bitirenler 1912-1914 Balkan Savaşları'nda ve 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı'nda cephelerde görev almış, kurulan sahra hastanelerinde yaralanan askerlerin tedavilerinde birebir görev yapmışlardı. Ön cephelerde görev alan yüzlerce hemşire ise açılan top ateşi ve saldırılar sonucu şehit olmuştu.

 

Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hemşirelik okulu İstanbul'da açıldı. Bu okulu 1939 yılında Ankara'da açılan Askeri Hemşirelik Okulu izlerken, 1943'te Verem Savaş Derneği, 1946'da ise Sağlık Bakanlığı İstanbul'da birer hemşirelik okulu açtı. Bu okullar ortaokul düzeyinde 3 yıl, lise düzeyinde ise 4 yıl hizmet vermekteydi.

 

İLK TÜRK HEMŞİRESİ SAFİYE HÜSEYİN

 

1912 yılında açılan hemşirelik kursundan ilk mezun olan hemşireler içinde yer alan Safiye Hüseyin, yaptığı hizmetler ve gösterdiği üstün çabası ile Türkiye'nin ilk hemşiresi olarak anılıyor. İngiltere'de deniz ataşeliği görevinde bulunan Ahmet Paşa'nın kızı olan ve Avrupa'da eğitim görmüş Safiye Hüseyin, uluslararası alanda katılığı kongre ve toplantılarda Osmanlı Devleti'ni en iyi şekilde temsil etmiş, yabancı ülkelerde sayısız konferans vermiş ve birçok devlet tarafından onur nişanı ile ödüllendirilmişti.

 

1912'li yıllarda Kızılay'ın açtığı kursu bitiren ve Çanakkale Savaşları'na gönüllü hemşire olarak giden Safiye Hüseyin, Balkan Savaşları'nda hemşirelik yaptığı için Çanakkale'de yaralanan askerlerin tedavisi için hazırlanan Reşit Paşa Vapuru'nda baş hemşire olarak görevlendirildi. Vapur, yaralılara ilk müdahaleyi yaptıktan sonra İstanbul'a gidiyor ve yaralıları hastanelere aktarıp, mühimmat ve erzak ile tekrar cepheye dönüyordu.

 

 

 

Görevi sırasında Türk askerleri kadar yaralanan yabancı askerlerin de tedavisini yapan Safiye Hüseyin bir anısında, "Bir gün bir İngiliz yaralısı bulduk, gemiye getirdik. Zavallı çiçek gibi bir delikanlıydı. Başından aldığı bir yara ile gözlerini kaybetmişti. Gözlerinin üstüne siyah uzun bir sargı sarmıştık. Ağzına damla damla su akıttık. Yaralıların sayıkladıkları en tesirli kelimelerden biri de budur: 'Su'. Hiçbir ağır yaralının susuz ölmemesine son derce dikkat ederdik. Bir İngiliz yaralısının da ağzına su akıttık. Çok üzgündü, İngilizce mütemadiyen 'öleceğim' diyor, arkasından nişanlısının ismini söylüyordu. Ölüm halinde bulunan adama son vazifemi düşündüm. Ve onun düşman askeri olduğunu bir an için aklıma getirmeyerek kendisini İngilizce, kendi ana dili ile teselli ettim. Katiyen ölmeyeceksin, yaşayacaksın. Bütün bu korkulu günler geçecek. İyi olup memleketine gideceksin, nişanlına kavuşacaksın. Bu İngilizce teselli onun öyle hoşuna gitti ki, bir müddet sonra yüzünde müsterih, hatta memnun çizgiler peydahlandı ve öldü" diyordu.

 

Safiye Hüseyin, Kurtuluş Savaşı'nın ardından hayatını hemşireliğe adamış, ömrünün geri kalanını hemşirelikle ilgili yazılar ve konferanslar vererek geçirmişti. Safiye Hüseyin, 1964 yılında 83 yaşında gözlerini yine hemşirelerin kucağında kapadı.

iha