ANALİZ – İran devrimin 41. yılını kutlarken içeride ve dışarıda gerilim tırmanıyor
Her seçim öncesinde olduğu gibi, İran’ın 21 Şubat’taki genel seçimlere hazırlandığı bu günlerde de meclisin temsil kabiliyeti tartışılıyor. Tartışmanın odağında ise yine (aday adaylarını denetlemek dahil) birçok önemli yetkisi bulunan Anayasayı Koruyucula
İSTANBUL (AA) -SERHAN AFACAN- Bundan 41 yıl önce, Ayetullah Humeyni’nin 15 yıllık sürgünün ardından 1 Şubat 1979’da ülkesine dönmesiyle başlayan süreç, 10 gün sonra, 11 Şubat’ta “devrimin zaferi” ile sonuçlanmıştı. 16 Ocak’ta ülkesinden kaçarak Mısır’a giden Şah, geride büyük bir kargaşa ve başarısız yönetiminden kaynaklanan bir sorunlar yığını bırakmıştı. Uçağın basamaklarını çıkarken arkasına dönen Şah’ın bu son bakışı, Halit Ayarcı’nın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden son defa çıkarken söylediklerini hatırlatır: “Ben aldandığımı anladım”. Esasen Şah daha çok “aldatıldığını” düşünmekteydi. Nitekim Temmuz 1980’deki ölümünün ardından yayımlanan “Tarihe Cevap” isimli kitabında Şah, hatalar silsilesinin kendi hesabına düşen kısmı için “Belki saltanat dönemim boyunca hatalar yapmış olabilirim ama İran’ı yüceltme gayretim asla bir hata değildi” demekle yetinir ve yaşanan olayların her biri için kendisi dışında bir sorumlu bulmaya çalışır.
Şah güç henüz elindeyken de, iş işten geçene kadar vaziyetin vahametini idrak edememişti. Saltanat döneminde yabancı gazetecilere verdiği röportajlardan birinde kendisine “Ülkenizde bir gazeteci sizi eleştirebilir mi?” diye sorulan Şah, “Eleştirebilir ama eleştireceğini sanmam” diye karşılık veriyordu. “Tahran’da insanlarla sizin hakkınızda konuşmak istediğimde ürkek bir sessizliğe gömülüyorlar; neden?” sorusunu da “Bana öyle geliyor ki abartılı saygılarından ötürü” diye yanıtlıyordu. Bir başka röportajda Batılıların tutumunu eleştiren Şah, karşısındaki Amerikalı gazetecinin “Yani kahverengi gözlü halklar mavi gözlü halklara bir şeyler mi öğretiyor?” diye sorması üzerine, “Hayır, bir şey öğrettiğimiz yok. Mavi gözlü halklar belki de çok fazla uyku hapı aldıkları için daldıkları bu gurur rüyasından uyanmalılar” der. Şah bir başka vesileyle de hapislerdeki bütün siyasi mahkumların Marksist olduğunu savunur. Halbuki Şah’ın istihbarat örgütü SAVAK her türlü eleştiriyi sert şekilde bastırarak konuşmayı imkansızlaştırmakta, Şah “mavi gözlü” adamlar sayesinde koltuğunda oturmakta ve resmi ve gizli zindanlar ise her türlü muhalifle dolu bulunmaktaydı.
Ülkeyi terk ettiğinde Şah’ın meşruiyeti öylesine sarsılmıştı ki Humeyni ve diğer devrimcilerin en azından 1979 itibariyle onun izlerini İran’dan silmesi için çok gayret etmesine gerek yoktu. Belki de bu nedenle, mücadele daha çok devrimci unsurların kendi aralarında yaşandı. Fakat yeni sistemin yerleşmesi ve iddialarının altında kalmaması için ise çok gayret gerekiyordu. Şah 1970’lerde artan petrol gelirlerine dayanarak kapsamlı kalkınma atılımları başlatmıştı ve bu ivmeyi sürdürmeye çalışan devrimcilerin işini, devrimden sonra dahi radikal bir kesintiye uğramayan petrol gelirleri kolaylaştırdı. Daha sonraki dönemlerde bu kalkınma ivmesi yavaşladıysa da, yine de birçok ölçüte göre, bugünkü İran maddi açıdan 1979’daki İran’dan geride değil. İnişli çıkışlı geçen kırk yılın ardından, hak ve özgürlükler konusunda ise aynı şeyi söylemek epey zor. Devrimlerin kendilerinden önceki dönemin ürünü olduğu ve “geriye” gitme riski barındırdığı söylenir. İran İslam Cumhuriyeti’nin 41. yılında yapılan tartışmalar bize bu riskin ne derece gerçek olduğunu gösteriyor.
- “Ben bu milletin desteğiyle hükümet belirliyorum”
Ayetullah Humeyni Tahran’a döner dönmez, ayağının tozuyla Biheşt-i Zehra’da önemli bir konuşma yapar. O günlerde, Şah’ın ülkeyi terk etmeden günler önce umutsuz bir girişimle başbakanlığa getirdiği demokratik açılım yanlısı Şahpur Bahtiyar, Humeyni ile bir orta yol bulma arayışındadır. Konuşmasında Şah ve rejimini çeşitli yönlerden telin eden ve “her milletin kaderi kendi elindedir” diyerek Bahtiyar’ın meşruiyetini kesin olarak reddeden Humeyni şu ifadeleri kullanır: “Ben hükümet belirliyorum, ben bu hükümeti tanımıyorum, ben hükümet belirliyorum, bu milletin desteğiyle hükümet belirliyorum”. Humeyni konuşmasının bütününde, Şah döneminde yönetimin millet iradesini yansıtmadığının ve kanunsuz olduğunun altını çizer.
Humeyni’nin olağanüstü koşullar için sarf ettiği bu sözler, zaman içinde İran siyasetinin paradigmasını belirledi. Ülkenin en üst otoritesi sıfatıyla Devrim Rehberliği kurumunun siyaset üstünde sahip olduğu (bir bölümü anayasadan kaynaklı yetkilere, diğer bölümü ise teamüllere dayalı vesayete istinat eden) belirleyici güç kalıcı hale geldi. Her seçim öncesinde olduğu gibi, İran’ın 21 Şubat’taki genel seçimlere hazırlandığı bu günlerde de meclisin temsil kabiliyeti tartışılıyor. Tartışmanın odağında ise yine (aday adaylarını denetlemek dahil) birçok önemli yetkisi bulunan Anayasayı Koruyucular Konseyi var. Kimileri ülkedeki seçimlerin “tek atla yapılan bir yarışa” dönüştüğünü söylerken kimileri de seçim süreçlerinin mizansenden ibaret olduğu eleştirisini dillendiriyor. Nitekim iki hafta önce yaptığı bir konuşmada “Halktan başka kimse onun kaderini tayin etmemelidir” diyen Cumhurbaşkanı Ruhani’nin şu ifadeleri dikkat çekiciydi: “Demokrasi ve milli hakimiyet konusundaki en büyük tehlike, seçimlerin bir gün teşrifat merasimine dönüşmesi ve halkın bu teşrifat için sandığa gider hale gelmesidir. Allah bizi böyle bir güne düşmekten korusun… Önceki dönemde [Pehlevi dönemi] insanlar seçimler için kayıt olurlardı ama herkes kimin vekil seçileceğini bilir ve ‘istediğinize oy verin; seçimde Tahran’dan filanca adam seçilecek’ denirdi”.
Ruhani’nin uzun süredir bir muhalefet lideri gibi konuşmasındaki garabet ve her zamanki (fincancı katırlarını ürkütmekten sakınarak hedef göstermekten kaçınan aşırı ihtiyatlı) tavrı bir yana bırakılırsa, değindiği “milli irade” konusu son derece önemli. Zira İran’da artık “millete rağmen millet için” yaklaşımının işe yaramadığı görülüyor. Özellikle ülkede geçim koşullarının çetinleştiği son dönemlerde, artan sayıda İranlının siyasi şikayetleri var ve bu şikayetlerin yalnızca giderilmesi değil, giderilirken güçlü bir demokratik yapının tesis edilmesi de zorunlu. Aksi bir tutum, siyasi sistemle nüfusun büyüyen bir bölümü arasındaki mesafeyi artıracaktır. Konunun bu iç politika boyutu dışında, İran’ın dış politika yönetimine dair de not edilmesi gereken hususlar var.
- Güvenlik mi, hükümranlık mı?
İran’ın bölgedeki her ülke gibi, hatta kendine has belirli koşullardan ötürü, ortalamanın da üstünde güvenlik kaygıları var. Yıllar boyunca bu kaygıların üstesinden gelmek için İran, bölgenin en aktif diplomasi ağlarından birini kurduğu gibi, askeri caydırıcılık kapasitesini de sürekli artırmaya çalıştı. Fakat iç politikada şimdiye dek sorunları halının altına süpürmeyi yeğleyen İran, dış politikada ise kirleri hep komşularının kapısının önüne itiyor. Zira İran’ın güvenlik arayışı, bölgede hükümran olma arzusuna dönüştü ve bu durum belli bölgesel krizlerin çözüme kavuşmasının önündeki engellerden biri halini aldı.
İdlib bu durumun son dönemlerdeki en can alıcı örneği: Bilhassa 4 ve 10 Şubat tarihlerinde Türkiye’nin İdlib’de verdiği 13 şehit, Türkiye’yi İran’ın konumunu gözden geçirmeye mecbur bırakıyor. Buradaki temel sorun, uzun süredir devam eden Astana-Soçi sürecine rağmen İran’ın Suriye’deki hedef ve amaçlarını anlamlı şekilde revize etmeye yanaşmaması. Her ne kadar sürecin tarafları olarak Türkiye, Rusya ve İran krizi çözme konusunda irade ortaya koysalar da, Rusya ve İran’ın, İdlib’de dayatılacak aceleci bir çözümün Türkiye’yi karşı karşıya bırakması olası sorunları önemsemediği görülüyor. Politikalarından dolayı amaçladığı bölgesel açılımı hiçbir zaman hedeflediği ölçüde başaramayan ve Suriye’ye “son kale” muamelesi yapan İran’ın bu ülkede sergilediği ve sürekli soruna yol açan tutum, artık üstü örtülemeyecek kadar ortada. Daha kaygı verici olan ise İran’ın İdlib konusunda Rusya’dan bile daha aceleci davranması. Türkiye’nin ise bu yaklaşımı daha fazla görmezden gelmesi imkânsız.
Beşşar Esed’in vaziyete hâkim olduğunu düşünen İranlı yetkililer son haftalarda İdlib konusunda pek fazla konuşmuyorlar ve anlaşılan, enerjilerini İdlib’in “kurtarılmasından” sonraki sürece saklıyorlar. İran Dışişleri Bakanı Zarif’in 10 Şubat’taki saldırının ardından Twitter’dan paylaştığı şu mesaj ülkesinin tutumunun özeti gibi: “İran, kardeş komşu ülkeler Türkiye ile Suriye arasında diyaloğu kolaylaştırmak için hazır olduğunu vurgular. Gerilimin tırmanması yalnızca teröristlere ve onların destekçilerine yarar. Akan kanı durdurmak ve egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı göstermek zorunludur”. Zarif’in mesajında Türkiye’nin kaybı için baş sağlığına yer vermemesi şaşırtıcı değil, fakat “egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı” vurgusu es geçilmemeli. Afganistan’dan Pakistan’a, Irak’tan Lübnan’a, Yemen’den Suriye’ye uzanan geniş bir coğrafyada türlü dış politika maceralarına atılan İran’ın, Türkiye güneyindeki terör unsurlarının saldırısı altında kalırken duyulmayan sesi, bu saldırıları sonlandırmak üzere harekatlara girişilince sık sık yükselmeye başladı.
Dolayısıyla, Suriye krizinin başından beri süregeldiği gibi, Türkiye’nin güvenlik endişeleriyle İran’ın pek alakadar olmadığı ortada. Bu Türkiye-İran ilişkileri için son derece riskli bir durum ve gidişat orta vadede ilişkilerde aşılması zor bir tıkanmanın yaşanacağını gösteriyor. Türkiye İdlib’deki kaygı verici gidişata seyirci kalmayacağını attığı adımlarla gösterdiği derecede bu vade kısalacaktır.
[Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Leiden Üniversitesi İran Çalışmaları bölümünde tamamlayan Dr. Serhan Afacan İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesidir]
Kaynak: