Şakir Tuncay Uyaroğlu

Şakir Tuncay Uyaroğlu

S.Ü. Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulundan Edebî Esintiler…

Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü iüç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.

 

Zafer Oğuz / Halkla İlişkiler ve Tanıtım

Deli…

Deli derlerdi ona. Adı İbrahim’di, ama kendisine İbrahim diyeni yoktu hayatta. Köydeki yapılamazların adamıydı. İbrahim; litrelik yağlar içer, margarinler yerdi. Seveni çoktu belki, ama onun anlayanı yoktu. Hep yalnızlıktan yakınırdı, bir de anlayışsız babasından.

Bir kızı severdi bizim Deli, ama kimseye söyleyemezdi. Bazen oturup dertleşirdik; dere üzerindeki çimenlerde, baykuş seslerinde, bunalım müziklerde, ama yine de söylemezdi, Köse Recep’in düğününde baktığını Zühal’e.

Birden kafası bozulurdu Deli’nin. Binerdi traktörüne, giderdi bilinmeze. Kimse bilmezdi nereye gittiğini ve ne zaman döneceğini, ama herkes beklerdi onu bir daha göreceği saati. Kimse onu anlamazdı, ama onu herkes çok severdi.

Derken, askerlik yaşı geldi bizim Deli’nin. Bir gün, yine her zaman olduğu gibi çıkıp gitti. İlk zamanlarda, kimse anlamadı gidişini, ama yine de herkes bekledi. Kimse onu anlamazdı, ama onu herkes çok severdi.

Tertipleri geldi izine, ama İbrahim gelmedi. Oynarken düğünde tertipleri, köylü bizim Deli’yi hatırladı. Bir o oynardı, dizlerini vurarak zeybeği ve bir tek o bilirdi, eğilerek halay çekmeyi.

Düğünler bitti, tertipleri gitti. Deli İbrahim hâlâ gelmedi. Ama köylü yine de onu bekledi. Kimse onu anlamazdı, ama herkes onu çok severdi. Köyde tat tuz kalmadı sanki, sustu traktörünün sesi; bir daha çınlatamayacaktı kulakları, uyandıramayacaktı uyuyan bebekleri ve Zühal’i.

Ara sıra gelen telefonu ve mektubu da kesilmişti Deli’nin. Anlaşılan iyice kaptırmıştı kendisini postal boyamaya ve eğitim yapmaya. Yoksa, barut kokusu daha mı güzel geliyordu; dere üzerindeki çim kokusundan ya da tüfek sesi traktör sesinden?

İbrahimsiz bir güneş daha doğuyordu üzerimize, sabah oluyordu. Köylüler uyanmış inek sağıyordu. Nedense, erken çıkmıştım o gün dışarıya; güneşi görmeye, akan dereyi dinlemeye. Deli ile dertleştiğimiz çimlere uzandım, etrafta bir büyüğümü göremeyince bir sigara yaktım.

Derenin sesini bozan bir çığlık geldi iki sokak öteden, sigaramı attım, koştum. Ses Deli’nin evinden geliyordu, yoksa dönmüş müydü? Bahçe kapısını açtım, avluya girdim. Herkeste bir feryat, bir gözyaşı…

Kendimi sokağa attım, bağırıyordum. Bağırdıkça gözyaşlarım akıyor, gözyaşlarım aktıkça bağırıyordum. Ama bir türlü inanamıyordum. Yani bizim deli, litrelik yağları içmesine iddiaya girmeyecek miydi artık, peki halayı kim çekecek, dizleri yere kim vuracaktı? Sustu traktörü, sustu köylü. Şehit olmuştu bizim Deli.

Tabutu geldi, köy mahşer yeri. Deli İbrahim’i yedi, Hakkâri. Herkes üzgün,

 

Zeynep Çizmecioğlu / Halkla İlişkiler ve Tanıtım

Neredesin Ey?

Geçmiş güzel günlerin anısına yazıyorum sana…

O gittiğin gün var ya, keşke son gidişin olduğunu söyleseydin bana…

En çok canımı acıtan ne oldu biliyor musun? Bir saçmalık yüzünden küs ayrıldık biz. İnan şimdi o saçmalığın ne olduğunu bile hatırlamıyorum.

Ama sen gittin, hem de bir daha hiç dönmemek üzere. Tam iki yılımız beraber geçti. Beraber güldük, beraber ağladık. Ne diyorlardı bizim için: kankigiller.

Sınıfta birisiyle tartışsam hemen arkana alır, korurdun beni. Ben de Hakan Hocanın gazabından az kurtarmadım seni. Ne çok kızdırırdın hocaları. Hiç laf dinlemezdin ki, konuşur dururdun sürekli.

Ne de güzel gülerdin. Güldüğün zaman o güzel gözlerin zümrüt gibi parlardı. Sonra Zümrüt Sitesi aldı o gözlerini.

2 Şubat 2004, Kurban Bayramı’nın 2. günü… Televizyonda o acı haberi aldık. Bütün acı haberleri de o aptal kutu verir zaten. Üzüldük…

Tüm Konya üzüldü. Ama ben senin orada oturduğunu bilmiyordum, Nalçacı’ya taşındığınızı söylemiştin en son.

Ölü sayısı her geçen gün artıyordu. Sonra güzel bir haber geldi. Onca saat sonra enkazın altından sapasağlam bir çocuk çıkarılmıştı. Muhammed Kalem, yani kardeşin.

Tüm şehir sevindi onun kurtulmasına, ama ben sevinemedim; daha doğrusu sevincimi yaşayamadım. Çünkü sen de oradaydın, o beton yığınının altındaydın. Hep acaba dedik, acaba kurtulur mu?

Çok geçmeden geldi haberin. Ekrandan ölenlerin ismi geçiyordu. Ve birden gözüme çarptı: Koskocaman Hasan Kalem yazıyordu… İşte böyle Hasan.

Seni böyle kaybettik. Ağladık, üzüldük, resimlerini sınıfın duvarlarına yapıştırdık. Sırana çiçekler koyduk. Hep seni andık, hep seni konuştuk.

Her yerde seni görüyordum; markette alış veriş yaparken, Zafer’de piyasa yaparken, okulda basketbol oynarken… Bakıyordun bana. Ben de sana.

Artık eskisi kadar çok görmüyorum seni. Yoksa unuttun mu beni? Ben seni unutmadım Hasan. Asla unutamam da…

Mekânın cennet olsun.

 

Başak Kadriye Karanık / Pazarlama

Benim Annem Bir Şizofreni…

Aynanın karşısında taptaze bir yüzün görüntüsü var; sessiz, fakat bir o kadar da endişeli… Yeni bir hayatın habercisi olan her şeye inat sakindim her şeyimle… Acı mıydı beni derinden etkileyen ya da soğuk ve karanlık düşünceler mi?

Korkum her hâlimden belli oluyordu; donuk yüzümden, titreyen ellerimden ve ürkek gözlerimden… Belli ki, ayaklanmaya gücüm kalmamıştı.

Hayatın önüme çıkardığı zorluklara direnmek için tek başımaydım. Beni hayata bağlayan bir tek o vardı. Onunla yan yanaydık, ama bir o kadar da ondan uzaktaydım. Dokundukça, bana olan bağlılığı ve aşkı artıyordu.

Bildiğimiz bir tek şey vardı; onun bana bağlılığı, benim de ona bağlılığım. O, her şeyiyle benim olmalıydı. Küçük, ama derinden atan kalbim, fırtınalı duygularla ve umudun en deriniyle ona bağlıydı.

Hayatımın en heyecanlı ânını bir anda yaşamış ve nelerin meydana geldiğini anlamadan, hayatın kıvranışını seyre dalmıştım. Umutlu olmam kaçınılmazdı. Beni hayata bağlayan kişi için tahminlerin ötesinde bir inanç besliyordum. Meydana gelen her şey onundu, her parça ona ait bir resimdi; güzel, renkli ve ateşli bir resim…

O, sakince sokuldu yanıma, elinde olmayana inat ve varlığımla yetinmeyi tercih etti. Benim varlığım, onu gerçekten mutlu ediyor muydu? Hayatını sessizce alıp gidenlere inat, o; hayatın kavurucu sıcaklığına sarıldı.

Bedeni bu sefer korkudan değil; heyecandan, sevgiden, en çok da sıcaktan titriyordu. Benim için çevremdeki bütün güzel şeylere onun eli değmişti. O hep güzel şeyler yapmıştı. Ancak, yıllarca çektiklerini bir anda ifade etmesi çok zordu. Yaşadıkları, kelimelerle anlatılamayacak kadar acı vericiydi…

Çünkü, o bir şizofreni hastasıydı… Çaresi henüz bulunamayan bir hastalığın hastası… Sürekli acı çekiyordu. Acı çeken sadece o muydu? Yoksa, o benim gözlerimdeki acıyı da görebiliyor muydu?

Hayat, döngüsü herkese ve her şeye inat devam ediyordu. Bundan sonra; ne geçmişin acılarını, ne de geleceğin umutlarını taşıyabilecekti. Olanlarla olacaklar arasında sıkışıp kalmak, onun suçu değildi belki de. Dayanma ve başarma gücünü tamamen yitirmişti, sadece benden yardım gözlüyordu.

Baş başaydık, ama iki yabancı gibi. Ona sarılmak, onun kucağına yatmak ve onun sıcaklığını hissetmek istiyordum. Nasıl bir şeydi acaba o sıcaklık? Bunu hep merak etmişimdir. Annemi yanı başımda hep erirken ve tükenirken görmek, bana acıların en büyüğünü yaşatıyordu.

Anneciğim, prensesin seni çok seviyor ve çok özlüyor… Bu küçük yürek, hep seni istiyor. Sana sarılmak, seni öpmek ve sana canım anneciğim demek… Her an, her yerde dualarımdasın. Hatırlar mısın, farkında olmadan bana prensesim demiştin, ben o gün dünyanın en şanslı insanıydım.

Biliyorum; gidenler geri gelmeyecek, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bütün bu yaşananlar güzel düşler olarak kalacak; ama ben sana mutlaka kavuşacağım. Sıcaklığını hissedip seni hiç bırakmayacağım. Anneciğim, yavrucuğun seni çok seviyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum