"Osmanlı engelliliği kusur olarak görmedi"

"Osmanlı engelliliği kusur olarak görmedi"

Orta Çağ Avrupa'sında engelli bireyler "uğursuz ve gereksiz" sayılarak öldürülürken, Osmanlı Devleti, engelliliği bir kusur olarak görmeyerek, onları devletin üst kademelerinde bürokratlığa kadar yükseltti- Osmanlı Devleti'nde sarayda padişaha en yakın no

İSTANBUL (AA) - GÜÇ GÖNEL SAĞIROĞLU - Orta Çağ'da Avrupalıların "uğursuz ve gereksiz" saydıkları engelli bireyleri öldürmek ya da köle veya dilenci olarak çalıştırmak gibi yolları tercih ettiği bir dönemde Osmanlı Devleti, vakıf, bimarhane, şifahane ve tekke-zaviye gibi kurumlarla engellilere destek olarak onları toplumun bir parçası gördüğünü tüm dünyaya gösterdi.

Osmanlı Devleti'nin engellilik kavramına nasıl yaklaştığını AA muhabiriyle paylaşan Giresun Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sezai Balcı, İslam inancına göre engellilik halinin, insanın temel fonksiyonları açısından eksiklik olarak kabul edilse de insani yönden bir kusur sayılmadığının altını çizdi.

Şafii ve Hanbeli fıkıh bilginlerinin, dilsizlerin namaz kılmalarını şart koşmadıklarını, sadece imamlık yapamayacaklarını ifade ettiklerini aktaran Balcı, bir dilsizin başka bir dilsize imamlık etmesi veya işaretiyle mahkemede boşanmasının da mahzurlu görülmediğini vurguladı.

Görme engellilerin ise İslam hukukunda sağlıklı kişilerden farklı hükümlere tabi olduğunun altını çizen Balcı, "Körler, cihatla mükellef değildi. Namaz için cemaate devam etmek, cuma ve bayram namazlarını kılmak, hacca gitmek gibi konularda yükümlü değillerdi. Gerekli hallerde temizliğe dikkat etmek suretiyle imamlık yapabilirlerdi. İslam hukukuna göre ama olan gayrimüslimlerden de cizye alınmazdı." dedi.

Orta Çağ'da İslam coğrafyası ile Avrupa'daki engelli anlayışının birbirinden çok farklı olduğuna işaret eden Balcı, şöyle konuştu:

"İslam Orta Çağı'nda engelliler toplumun bir parçası olarak görülürdü. Bu yüzden İslam dünyasında engellilerle ilgili birçok bimarhane ve şifahane yaptırılmıştır. Osmanlılardan önce Anadolu'da Selçuklular ve beylikler döneminde körlerle ilgili bazı kuruluşların varlığı bilinmektedir. Selçuklu atabeylerinden Muzaferüddin Ebu Sait Gökbörü, Musul'da hasta ve körler için dört darülaceze yaptırmıştı. Hasta ve sakatların günlük ihtiyaçlarını tayin eden Muzaferüddin Ebu Sait Gökbörü, haftada iki gün bizzat bu darülacezelere gelerek hastaları tek tek ziyaret ederdi. Beylikler devrinde yapılan darülacezelerden biri de Manisa'da Saruhan Beyliği'ne ait olan Körhane'ydi. Körhane'yi Saruhan Bey'in oğlu İlyas Bey yaptırmıştı. Körlerin bakımı için bir de zaviyesi bulunmaktaydı. Burası, körlerin dilenmelerine ve sürünmelerine meydan vermemek için kurulmuş bir bakımeviydi. 9 ve 10. yüzyıllarda buraya Amalar ve Gözsüzler Mahallesi de denilmekteydi. Bu kurumun bulunduğu mahalle günümüzde de Körhane Mahallesi adıyla anılmaktadır."

- "Orta Çağ Avrupa'sı uğursuz sayıp öldürüyordu"

Mısır ve İsrail'de sakatlığın engelli kişilerin ailelerine verilmiş "ilahi bir ceza" olarak kabul edildiğine değinen Balcı, "Orta Çağ Avrupa'sında da sağır, dilsiz ve körlerin durumları hoşgörü ile karşılanmamış, uğursuz ve gereksiz sayılarak öldürülmüş veya aileleri tarafından sokağa atılmışlardır." dedi.

Balcı, Roma'da çıkarılan yasayla ağır derecede engeli bulunan çocukların öldürülmeleri, terk edilmeleri, köle olarak satılmaları ya da dilendirilmelerinin uygun bulunduğunu ifade etti.

Hristiyanlığın ilk yıllarında, İncil'de sakat, yaşlı ve hastalara karşı merhametli olunması gerektiğine dair emirler bulunmasına rağmen sağırlara eğitim ve kanuni hakların tanınmadığına işaret eden Balcı, "Kilise, sağır ve dilsizleri Allah'ın gazabına uğramış insanlar olarak görür, Allah'ın konuşmaktan mahrum bıraktığı kimseleri söyletmeye çalışmanın Allah iradesine karşı bir hareket olduğuna inanırdı. Hristiyan azizlerinden Saint Augustinus'a göre anadan doğma sağırlar iman sahibi olamazlardı, çünkü iman vaazdan, dinlenilen sözlerden kaynaklanırdı. Orta Çağ'da sağır ve dilsizler atla çevrilen değirmenlerde atın yerine kullanılmak gibi ağır işlerde çalıştırıldılar." diye konuştu.

- Devletin sırları onlara emanetti

Doç. Dr. Sezai Balcı, Osmanlı Devleti'nde ise engelli bireylere insani yaklaşıldığını, engelliliğin bir kusur olarak görülmediğini belirtti. Osmanlı Devleti'nde engellilik kavramının daha çok kör, sağır ve dilsizleri kapsadığına değinen Balcı, dilsizlerin işaret yoluyla İslam'ı kabul etmelerinin de caiz görüldüğünü bildirdi.

Osmanlı Devleti'nde engelli bireylerin çeşitli alanlarda istihdam edildiklerini ifade eden Balcı, şu bilgileri verdi:

"Engelli bireylerin istihdamı, Osmanlı idaresinde başta saray olmak üzere Babıali, Dar-ı Şura-yı Askeri Meclisi, Hassa Ordusu Meclisi, Hariciye Nezareti, Meclis-i Vala, Meclis-i Maarif-i Umumiye, Şura-yı Devlet, Harem, Hırka-i Saadet Dairesi gibi birimlerde görülmektedir. Bu birimlerde daha çok sağır ve dilsizler istihdam edilmiştir. Dilsizler, sürekli olarak padişahın kapısında nöbet tutarlardı. Arz Odası'nda rikab günlerinde olan görüşmeler sırasında darüssaade, silahtar ağalarıyla başçukadar sırkatibi ve hazine kethüdası gibi görevlilere padişah tarafından verilecek emirleri bildirirlerdi. Sarayda çalışan dilsizler genellikle padişahın çalışma ofisinin bulunduğu kapıda ya da perde arkasında beklerlerdi."

Rumen asıllı tarihçi, yazar ve müzisyen Dimitri Kantemir'in yazılarından da örnekler veren Balcı, şöyle devam etti:

"Dimitri Kantemir'e göre dilsizlerin görevleri padişahın, sadrazam, kızlar ağası yahut başka bir yüksek memurla gizli görüştüğü zaman, herhangi birisinin içeri girmemesi için kabul salonunun perdesini kapalı tutmaktı. Böylece görüşmelerin gizliliği sağlanarak devlet sırlarının işitilmesi ve yayılması engellenmiş oluyordu. Padişahın çevresinde bulunan dilsizlerin bir başka görevi ise musahiplikti. Musahip, padişahları eğlendirmek için etrafında bulunan adamlara verilen bir tabirdir. Arapçada 'sohbet edici, sohbet eden' demektir. Gerek saraydaki ağalardan gerekse vezir ve beylerbeyilerden seçilen musahipler, sözünden sohbetinden istifade edilen, zarif, nüktedan ve hazır cevap kişilerden oluşmaktaydı. Bunların arasında cüce, dilsiz ve siyah hadım ağaları da bulunurdu. Taklitçilikte usta olan dilsizler padişah musahipliğine seçilirlerdi. Bunlar cüceler gibi padişahı eğlendirirlerdi. Sultan 3. Murat'ın musahiplerinden Şemsi Paşa ile Beylerbeyi Mehmet Paşa, 4. Mehmet'in veziri ve damadı Mustafa Paşa musahiplerin en tanınmışlarındandı. Sultan 3. Selim'in musahipleri arasında ama olan bestekar Bursalı Mehmet Sadık Efendi, dilsiz Şamlı Ahmet Ağa, Sadullah Ağa, 2. Mahmut'un musahipleri arasında ise Ali Bey, Sait Efendi, Abdi Ağa ve Dilsiz Hüseyin'i sayabiliriz."

Osmanlı Devleti'nde ileri gelen birçok engelli bürokrat da bulunduğunu belirten Balcı, Kör Ahmet Paşa, Yek-çeşm Ahmet Muhtar Bey, Sağır Behram Paşa, Topal Hüseyin Paşa, Çolak Hüseyin Paşa'yı örnek gösterdi. 19 ve 20. yüzyılın başlarında engellilerin kavas olarak istihdam edildiğini anlatan Balcı, bu geleneğin günümüzde özellikle gizli oturumlar gerektiren TBMM ve Bakanlar Kurulu'nda devam ettiğinin altını çizdi.

Balcı, cellatların öldürecekleri kişinin çığlıklarını duymaması için genellikle sağır ve dilsizlerden seçildiğine işaret etti.

- Evliya Çelebi de Seyahatnamesi'nde anlattı

Doç. Dr. Sezai Balcı, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren engelliler ve fakirlerin ihtiyaçlarının vakıf, bimarhane, şifahane ve tekke-zaviye gibi kurumlar tarafından karşılandığını anlattı.

Osmanlı şifahanelerinin işleyişiyle ilgili Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde önemli bilgiler verdiğine işaret eden Balcı, şöyle konuştu:

"Evliya Çelebi, darüşşifada kalan zihinsel engellilerden de bahsetmiştir. İlkbaharda sevdaya düşmüş gençlerin hakim emri ile buraya getirildiklerini, sonra altın ve gümüş yaldızlı zincirlerin boyunlarına bağlanarak yatırıldıklarını anlatır. Kimi hastalar havuz ve şadırvanlara bakıp anlamsız sözler ederler. Kimileri ise kubbenin etrafındaki bülbüllerin seslerini dinleyip perdesiz ve ölçüsüz bir şekilde bağırıp çağırırlar. Bahar mevsiminde hastaların tedavisi için deveboynu, yasemin, şebboy, nesrin, karanfil, reyhan, lale, menekşe, erguvan, sümbül gibi güzel kokulu çiçeklerin hastalara dağıtılıp şifa bulmaları istenir. Ancak kiminin bu çiçekleri yediği kimilerinin ise yere attıklarından bahsedilir. Biraz akıllı olanların ise bunları kokladıklarını belirtir. Evliya, müzikle tedavinin psikolojik sorunları olan hastalara iyi geldiğini eski hekimlerin görüşlerine dayandırarak anlatır. Sultan Beyazıt'ın hastalara şifa, dertlilere deva, divanelerin ruhuna gıda olması ve sevdayı def etmesi için 10 hanende ve sazendeyi buraya getirdiğini ve bunların haftada üç gün gelerek burada çaldıklarından bahseder."

Balcı, Osmanlı Devletinin engellilerle birlikte meczup, çocuk, kadın, fakir ve yaşlıları cizye ve avarız gibi vergilerden muaf tuttuğunu kaydetti.

- İlk engelliler okulunu 2. Abdülhamid açtı

Avrupa'da engelli eğitimiyle ilgili ilk girişimlerin Yeniçağ Avrupa'sında görüldüğünü belirten Balcı, dünyanın il dilsiz okulunun, Fransız din adamı Abbe de Charles Michel de l'Epee tarafından 1760'ta Paris'te, ilk Alman sağır-dilsiz okulunun da 1778'de Samuel Heinicke tarafından Leipzig'te kurulduğunu kaydetti.

Osmanlı Devleti'nde ise engelliler için ilk eğitim kurumunun 25 Haziran 1889'da Sultan 2. Abdülhamid'in emriyle İstanbul'da Hamidiye Ticaret Mektebi bünyesinde Yıldız Sağır ve Dilsiz Mektebi adıyla açıldığına işaret eden Balcı, bu okula 1891 yılında bir de kör sınıfı eklendiğini ifade etti.

İlk açılışında okulun müdür ve öğretmenlerine Hamidiye Ticaret Mektebi bütçesinden 3 bin 400 kuruş tahsis edildiğini ifade eden Balcı, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Okula alınacak kitap ve ders araç-gereçleri için ise bir defalık olmak üzere 3 bin kuruşluk bir ödenek ayrılmıştı. Okula daha çok dilsizler rağbet gösterdiği için okul Dilsiz Mektebi olarak anılmıştır. Okul, etnik ve dini farklılık gözetilmeksizin herkese açıktı ve eğitimi de ücretsizdi. Okula alınmanın en önemli şartları ise öğrencinin yaşının 15'i geçmemiş olması, bulaşıcı hastalık taşımaması ve İstanbul'da barınacak yerinin olmasıydı. Bununla birlikte okula sadece erkek öğrenciler alınmıştır. Eğitim süresi dört yıl olan okulun açılış ilanında, birinci sene dersleri şu şekilde belirlenmişti: Türkçe okuma ve yazma, isteyenlere Fransızca okuma-yazma, günlük hayatta kullanılan eşya bilgisi, günlük hayatta çok sık kullanılan kelimelerin telaffuzu, güzel yazı (hüsn-i hatt), resim, dört işlem, coğrafya, jimnastik, ilmihal ve ahlak. Bu derslerin öğretiminde takip edilecek usul ise Avrupa ülkelerindeki gibi olacaktı. Bu dersler toplu halde verildiği gibi öğrencilerin durumlarına göre bireysel olarak da işlenebilirdi."

- Dilsiz alfabesi Türkçeye uyarlandı

Okulun ilk müdürü olan Ferdinand Grati'nin dilsiz eğitiminde Fransız usulünü benimsediğini belirten Balcı, Fransızların dilsiz alfabesindeki işaretlerin birkaç değişiklikle Türk alfabesine uyarlandığını anlattı. Böylece sağır-dilsiz öğrencilerin eğitiminde modernleşmeyi ve standartlaşmayı sağlayacak önemli bir adımın atıldığına işaret eden Balcı, bu alfabenin Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra modern Türkçeye uyarlanarak kullanılmaya devam ettiğini kaydetti.

Bu yönteme göre öğretmenin, yazılmasını istediği kelimedeki harflerin işaretlerini eliyle yaptığını, öğrencinin de bunu tahtada yazdığını dile getiren Balcı, şöyle devam etti:

"Fakat Türkçedeki harflerin çoğu bitişik yazıldığı için öğretmen, yerine göre 'ayır' ve 'bitiştir' gibi hususi işaretlerle öğrenciyi uyarır, buna göre kelimeleri öğretirdi. Okulda bir başka önemli husus ise mümkün mertebe Arapça ve Farsça kelimelerin öğretilmesinden kaçınılmasıydı. Öğrencilere de sade ve açık bir Türkçe öğretilmeye çalışılırdı. Bu yüzden öğretmenlerin parmak işaretleriyle imlaları birbirinin aynısı olmak zorundaydı. Okulda soyut kavramların öğretilmesi ise zordu."

Doç. Dr. Balcı, okulda körler sınıfının ise 17 Mart 1891'de açıldığını kaydetti. Bu sınıfta Türkçe, Fransızca, müzik, tarih, coğrafya ve hesap derslerinin okutulduğunu belirten Balcı, "Bu dersler ise kabartma harflerle okutulacaktı. Bu yüzden daha çok okuma ve müzik derslerine ağırlık verilirdi. Müzik dersleri de kabartma notalarla yapılırdı. Okulu bitiren kör öğrenciler çalgıcılık yaparak geçimlerini sağlardı." diye konuştu.

Balcı, okuldan 1926 yılına kadar yaklaşık 400 öğrencinin mezun olduğunu sözlerine ekledi.

AA

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :