İsmail Dede

Seksenli yıllardı. Bakkalın vitrininden dışarıyı seyrediyordum. Rüzgarlı bir sonbahar günüydü. Konyalıca söylersek, acayip dağal esiyordu. Kerpiç evlerin tozunu toprağını kaldırıyor, sarı yaprakları savuruyordu. Karşıki sokağın ağzında gazellerden oluşan küçük bir sarı göl gibi yaprak birikintisi oluşmuştu. İsmail Dede  camiden evine dönüyordu. Bastonuna iyice yaslanmış, zor yol alıyordu. 

 İsmail dede yaşlanmadan önce o yıllarda çok önemli bir meslek olan yapıcı ustasıydı. Arapların o kerpiç evlerinin büyük bir kısmını o inşa etmiş, insanların yaşayacakları, ömürlerini geçirip çocukları- na bırakacakları, onlardan da torunlarına kalacak olan evlerdi bu evler. Tek, en fazla iki katlı, önünde avlusu olan şirince yapılardı bunlar. İsmail Dede celalli bir adamdı, işine karışılmasını sevmez, en ufak müdahaleye tahammül göstermez, hatta işi bile bırakıp evine gidebilecek kadar tepki gösterirdi bu gibi durumlarda... 

Güçlü bir adamdı İsmail bey, hani taşı sıksa suyunu çıkarır derler ya işte öyle adamlardandı. Bir hanımı vardı, Zehra hanım.  Çocukları olmamış ama hısım akrabadan kızlar gelin etmişler, oğlanlar evermişlerdi. Her akşam İsmail beyin geleceği saatte çayı demlerdi Zehra hanım; geldiğinde de beraberce oturur günün muhasebesini yaparlardı karı koca... Adam, işte yaşadıklarını anlatır, Kadın, mahallede olup biteni bir bir sayardı. Araplar'da çoğu evde olduğu gibi onların avlularında da bir kuş kümesi vardı. İsmail beyin, Birinci sigarası ve kuşlar tek eğlencesiydi... Kuşlar gerçekten de harika bir görüntü verirlerdi gökyüzüne salıverilince. Her birinin ayrı ayrı isimleri vardı, duyardım, zitgara, sütbeyaz, devetüyü, bozlak, elifli gibi cins isimlerdi bunlar . Ben pek meraklısı değildim ama havada ve yerde görünüşleri hoş gelirdi bana da...  Kuşları sonraki bir yazıya bırakarak tekrar konuya dönelim şimdi. Yaşlanıp Zehra Nine ölünce de İsmail Dede yalnız kalmıştı. Ama o yılların yalnızlığı bugünkü yalnızlıklar gibi değildi. Bütün mahalle kadını kızıyla, erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla mümkün olduğunca ilgilenirdi İsmail Dede'yle. Yemeği yapılır, evi temizlenir, çamaşırı yıkanırdı. Hava güzel olursa mahal- lenin diğer yaşlılarıyla, ya da komşularıyla o karşı sokağın ağzında oturur geçmiş günleri anardı. Soğuk havalarda ise çoğu vakit benim yanıma, bakkala gelir, bana da yine eski hatıralarını anlatır, içini çe- ker ve çokça " Vay dünya yalanmış!" derdi... 

İşte o İsmail Dede, o sonbahar gününde, o dağal eserken o sarı yaprak gölünün üzerinden, camiden evine doğru geri geri asılan ihtiyar ayaklarını zorlayarak ilerliyordu... Sanki arkasından birisi gitme diye bağırıyor, önünde bir başkası gelme diye sesleniyordu... Dudaklarımdan gayri ihtiyari şu mısra düşüverdi:  Gazellerin üstünde bir ihtiyar yürüyor. Ve şu şiir o gün doğuyordu : 

                            SONBAHAR DUYGULARI 

                 Nedense içimde bir tatlı hüzün var bugün 

                 Kısık sesli rüzgar yerde bir şeyler sürüyor 

                 Güneş şimşeksiz bulutların ardında, sürgün 

                 Gazellerin üstünde bir ihtiyar yürüyor 

 

                Ne oldu böyle, kuru dallar, sarı yapraklar 

                 Ve bir de serçeler vefa örneği veriyor 

                Nereye baksam ölümün ayak izleri var 

                Zaman ise, her zamanki ağını örüyor 

 

            

              Oysa ne büyük umutlar vardı ufuklarda 

               Durmaz rüzgar bütün gülleri sessiz deriyor 

               Artık üşümeden yürünmüyor sokaklarda 

               İçimdeki kor bile damla damla eriyor 

 

              Mademki yok gökte güneş, dalda yeşil yaprak 

              Mademki arzulu kollar boşluğu sarıyor 

              Tozuyup durma, bana da aç bağrını toprak 

              Ruhum inat etse de, boş bedenim varıyor 

 

  Şimdi o günleri anınca, ne çok yıllar geçmiş demekten ziyade, ne çok değişti dünya diyorum. O güzel yıllar, o güzel adamları alıp gitmiş. Elbette insan aynı insan ama komşuların, akrabaların, arkadaşların arasına görünmez duvarlar örülmüş bugün. Yine de umutsuz olmaktan yana olmayalım biz. İçimizdeki sevgiyi yeşertelim ve insana insan olmanın değerini verelim. 

İsmail Dede'yi anlatma sebebim, çağımızda bu kısacık hikayede yer alan o yardımlaşma ruhunu kaybetmiş bir toplum oluşumuzdan dolayı yaşadığımız ferdi hayat beni fazlasıyla üzdüğü içindir. Eğer gençlerimiz böyle insanları tanır, kendi hayatlarındaki eksikliğin ne olduğunu bilirlerse, geleceğe daha güzel bir hazırlık yapabilir diye düşünüyorum. 

Alman şair Goethe " İnsan kendini yalnızca insanda tanır. " diyor. Evet ne yöne bir hamle yapacaksak, o yönde daha önce yürümüş insanların tecrübesinden yaralanmak gerek. İnsana bakmak, aynaya bakmak gibidir. Hayat daima tekerrür eder, İbn-i Haldun, "Dünle bugün suyun suya benzediği gibi benzeşir." Diyor.  

Eğer yolunuz Araplar Mezarlığı'na düşerse İsmail Dede'ye bir Fatiha okuyun, Eminim ruhu sesinizi duyacaktır.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.