Seyit Küçükbezirci

Seyit Küçükbezirci

“HAFIZA” BİLGİSAYARIMDAN DAVETSİZ ÇIKIP ÇIKIP GELENLER

-Bu yazıyı okumaya girişen “Öğür”lerim; kardeşlerim, evlatlarım…

-Cümleten hayırlı günler.

-“Destur” diyerek giriyorum yazıya…

-“Esgi Gonyalı”lar, bir eve girerken “-Selamün aleyküm, Destuuur” diye seslenirlerdi; izin isterlerdi. “Açık, cıplak” varsa kendini toplasın diye…

-Çocukluğumda, annem, nenem, “Helâya girince Destur” diyecen” derlerdi. Şeytanlar, cinler çoğunlukla halaları mekân tutarlarmış. Akıtmadan önce “Destur” deyince kaçışırlarmış. Demeyip de üstlerine akıtanları çarparlarmış; ağzını eğiverirlermiş. Hala, tuvalete girince “Destur” derim.

Sonra; “ Destursuz bağa girenin sopa yemesi çok olur” Siz de bilirsiniz.

YETMİŞ YILLIK “HAFIZA ARŞİVLERİ”MDEN ÇIKIP ÇIKIP GELENLER…

Hani, “Uzun zamanlar”ı anlatmak için söze başlayanlar; “-Kırk yıl önce”, “Ben kırk yaşındayken” diye söze başlarlar ya… Vay canım!... Ne “kırk yılı”; ayırptır söylemesi, “Öğünmek gibi olsun” yetmişi solladık, geçen yıl. “Kamil kişi” sayılırız.

***

“Müflis tüccar” eski defterleri karıştırırmış…

Cumartesi günü, hele son üç aydır, başımı duman eden “Siyasiler”in çığlıklarına kulaklarımı tıkadım. Cep telefonunu kapadım, evdeki telefonun fişini çektim; zile basan olursa açmamaya yemini billah ettim. Hafızamın ufuklarında cevelan etmek için… tam beş saat “Az” diyorsanız, “Bir günün beyliği beylik”…

Neler hatırıma geliyor, neler… “Hatırlama”nın, “Hafıza”nın yanında bilgisayar bilgi depoları, Google solda sıfır kalır.

Bazen, ansızın… Hiç söz konusu değilken… Bazen; geçip gidilen bir yerde bir obje, bir taş, bir kapı, bir ağaç… Bazen; “Hikmetinden sual olunmaz” bir şekilde… Bazen; sebebi izah edilemez bir “Kalbe dama” ile… Bazen; gizemli bir ilhamla… Ama; “Bir gerçeğe, bir görgüye, bir duyuma dayanarak geçmişler”e gitmek. Sizin de benim de, herkesin de “Hafıza”sı yapar, bu azizliği…

BİR TETİKLEME İLE HAFIZAMIN DERİNLİKLERİNDEN ÇIKIP GELENLER…

-Geçenlerde, akşama yakın, Alaaddin Caddesi’nden Mevlana’ya yürüyorum. İplikçi Camii’nin önündeyim… Bir simitçi; “-Taze, taze” diye bağırıyor. Bir tane aldım; “Taze, taze”den. Taş gibi, mübarek… En azından ondört saatlik… Kemik gibi…

Altmış yıl önceleri Türbe Meydanı’nda, Aziziye Camii’nin önünde, İplikçi öğle üzeri, okuldan geliyorum… 1955’ler… Üstü açılmış bir körüğün üstünde bir adam… Elinde bir paketi; “-Aziz hemşehrilerim… Almanya’da, dünyanın en büyük ilaç fabrikasında yapıldı bu muhteşem pire ilacı. Bir tutamı pirelerin sülalesini şey eder geçer” diye çığlık çığlığa… Etrafına birikmiş, yalan söylemeyim, belki elli kişi. Elli kuruşları uzatıyorlar; “-Bana da”, “Bana da” diye… Satıcı, paraları cebine koyup paketleri uzatırken “-Al gardaşım”, “Al gardaşım” diyor; ağzı kulaklarında.

Aralarından bir “mesmosuz”un sesi duyuldu: “-İyi de, geçen hafta senden aldığım ilacın hepsini ahıra serptim, bir tane bile pire öldürmedi”…

Körüğün üstündeki satıcı çok pişkin. “-Gel, muhterem gardaşım. Çık körün üstüne dedi. Adam çıktı, yukarı… Satıcı; “Nasıl kullandın, bu Alman harikası, yedi düvelde aranan pire ilacını? Diye sordu. Adam; “-Nasıl kullanacam… Ahırda, tezeklerin üstüne bulut gibi seken pirelerin hepsinin üstüne döne döne serptim”…

Pire ilacı alanlar donup kaldı… felaket bir sessizlik… Satıcı, hiç bozulmadı; daha yüksek bir sesle; “-Bakın şu gafil kardeşime, nasıl kullanmış dünya harikası pire ilacını… öyle olur mu hiç? Pireyi bir güzel yakalayacaksın, ayaklarını kösteyeceksin, tozu gözlerine gözlerine atacaksın” dedi. Oradaki “Hazırun” öyle bir gülmeye, öyle bir gülmeye başladı ki, dağılırken…

VELESBİT, PANTOLON, KISA KOLLU GÖMLEK:

-Bir bisiklet Büyükşehir Belediyesi’nin “Bisiklet Yolu”nda; havalı mı havalı basıyor pedala…

-Caddelerde, sokaklarda herkesin başı açık… Takkeli, fötörlü hiç kimse yok; kasketli tek tük…

-Herkes; Çoğu kadın/kız bile pantolonlu…

-“Kart Delikanlılır, “yeni yetmeler”, çocuklar kısa kol gömlekli.

Ben “O zamanlar”ı bilmem… Eski Konya’da “bisiklet”in adı, “Velesbit sen nasıl binersin? Diye…

Konya’da bisiklete ilk binenler öyle dayaklar yemişler ki; “Şiytan arabasına sen nasıl binersin?” diye…

-1950’li yıllarda, gömleğin adı “Firenk göyneği” idi. Yaşlıların gömleklerini “yakasız” dikerlerdi, terziler… “Kısa kollu gömlek” giymek “Garadakım Mahalleler”de cesaret isterdi… Yaşlılar, “Gaba sofu”lar sokur sokur sokranırdı, sizi görünce; ağzının içinden; “-Şuna bak, p…oğlak gibi diye… Çatsanız bir türlü, çatmasanız bir türlü…

-Pantolonu da benimsemek kolay olmadı. Pantolon giyenlere, arkalarından, tarif ederken “Gö…cepli” dediklerini çok duyardık.

-O zamanlarda, ya kasket giyeceksin, ya takke giyeceksin; “Zade”lerden biriysen, birazda “Alafırangalık” taraftarıysan fötür şafka giyeceksin. “Başı açık” gezen erkeklere buğuzlanılır, “p… oğlan gibi” diye tamamlanırdı.

-Eski erkek donlarının içine bir de “Kadı biçimi” don vardı. Arkası da önü gibiydi; bir süre önü giyilir bir süre döndürülüp arkası giyilirdi. Bir don, iki don gibi kullanılırdı. Hali vakti yerinde olanlar arasında, “Ağavariler” arasında çok makbuldü.

“ORAK, ÇEKİÇ” AVCILIĞI

Edebiyatta merak sardığım on beş yaşlarımda “Varlık Dergisi” ile tanıştım. Türkiye’nin en “ağır azem” edebiyat dergisiydi. Edebiyatçıysan Varlık okuyacaksın; yazarsan, şairsen Varlık’da yazın çıkmış olacak.

Altmış yıl önceki Varlıklar’ın kapağında, mutlaka, “çini mürekkep”le çalışılmış bir desen, resim, bir soyut resim olacak.

Kitap kapaklarındaki resimlerde ressamların elinden çıkma. Kitap kapağı ressamlarından en ünlüleri Sait Maden… Kapağı o çizmişse, ekstra bir değer kazanır, kitap.

1955’den bu yana Varlık Dergileri koleksiyonum var. Bir şeylere değişmem.

Geçenlerde Varlık’ları karıştırıyorum; çini mürekkepli soyut resimlere baka baka.

Birden rahmetli şair, folklarcu, “Hocaların Hocası” Oğuz Tansel ile Selçuk Eğitim Enstitüsü’nde “yazı hocamız” ünlü ressam Erdoğan Munis aklıma geldi. Kitap kapaklarını, resimlerini düşündüm. Kitaplarında, çizimlerinde çok “orak, çekiç” arandı.

Türkiye’de olduğu gibi Konya’da da zümre vardı. Kitap kapaklarında, afişlerde, resimlerde dedektif gibi “Orak, Çekiç” ararlardı. Kendilerine göre de mutlama bulurlar; yazan, çizen, “kendilerinden” olmayanları “Komünist” ilan ederlerdi.

“Sağlam Cumhuriyetci”, Atatürkçü Oğuz Tansel’i de, Erdoğan Munis’i de böyle “Solcu” ilan etmişlerdi. O “avcı”lardan tek tük kalanları hala buluşlarını anlatır.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, cephelerdeki vaziyete göre dümen tutan Türkiye Hükümeti, Sovyetler’e karşı politika izlerken, “Orak, Çekiç Avcıları” sevmedikleri nice aydını damgalamışlar… ben o zamanlar üç-dört yaşındaymışım; o zamanın avcılarını bilmem. Ama 1950 sonrası avcıların çoğunu tanıdım.

BEĞENDİYSENİZ; BEYLE ŞEYLERİ YAZMAYA DEVAM EDEYİM Mİ?

0535 824 63 15

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum